Parti Sözcümüz Ayşegül Doğan, basın toplantısı düzenleyerek gündemdeki gelişmeleri değerlendirdi. Doğan, şunları söyledi:
On yıllardır sesimiz ve sözümüz perdelenmeye çalışılıyor
Sevgili basın emekçileri, değerli arkadaşlar; sesimizin sözümüzün perdelenmek istendiği bugünlerde -ki bu da yeni bir şey değil on yıllardır sesimiz sözümüz bir şekilde perdelenmeye çalışılıyor- bizi görmek, duymak, işitmek isteyenlere; mapusta, sürgünde, sokakta, evde, iş yerlerinde hayatın içinde olan herkese merhaba demek istiyorum. Biliyorum nerelerden bizlere nasıl ulaşmaya çalıştıklarını. Aynı zamanda meslektaşlarımızın hangi çaba ve gayretlerle sesimizi sözümüzü yani hakikati kamuoyuna ulaştırmaya çalışırken yaşadıkları zorlukları da bilen biri olarak, herkese yeniden bu defa buradan merhaba diyorum. Saklamayacağım ben de biraz heyecanlıyım. Onlarca, yüzlerce canlı yayın ve söyleşi yapmış biri olarak masanın o tarafında ve bu tarafında olmak arasındaki fark bende de heyecan yaratıyor. Bugün Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisinin, partimizin sözcüsü olarak, bir yandan da bir haber kaynağı olarak karşınızdayım. Öyle görünüyor ki gündemin yoğunluğuna göre daha sık, bazen daha periyodik, bazen gelişmelere göre daha kritik zamanlarda bir araya geleceğiz. Bu belki bütün siyasi partilerin sözcülerinin kurduğu ilk cümlelerden biridir. Tüm siyasi sözcüler; erişilebilir olmaya, açık olmaya, doğrudan olmaya, samimi olmaya ilk yaptıkları açıklamalarda söz verirler. Ben de bu sözü veriyorum ama bir şey daha eklemek istiyorum. Hakikati partimiz adına aktarmaya çalışacağım, partimizin yeni dönem politikaları konusunda açık ve şeffaf biçimde erişilebilir olmak gayretini göstereceğim. Tüm sorulara elimizden geldiği ölçüde yanıt vermeye çalışacağım.
4 Kasım Darbesi 100 yıllık Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrarın sembollerinden biri
Fakat bu hakikat ve adalet mücadelemizin sesi olmak yalnızca bizim çabalarımızla gerçekleşebilecek bir şey değil. Bir yandan bu sesi birlikte çoğaltacağız ve birlikte büyüteceğiz. Çünkü masanın o tarafında sizler, burada bizler bütün bu gerçeklerin kadife bir karanlığa hapsedilmeye çalışıldığı bu çağda, hep birlikte mücadele edip sesimizi çoğaltmazsak bu karanlığı aydınlığa kavuşturmamız çok zor. Bu, hepimiz için tecrübeyle ne yazık ki sabit.
Peki, gelelim bugün burada neden buluştuğumuza? Yarın 4 Kasım. O kadar çok tarih var ki bizi buluşturma nedeni olan. 4 Kasım işte o tarihlerden biri. 4 Kasım 2016’da hepimizin malumu olduğu üzere bir gece yarısı operasyonuyla aralarında HDP Eş Genel Başkanları Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile Grup Başkanvekillerinin de olduğu 12 milletvekili gözaltına alındı. Sonrasında 10 vekil tutuklandı. Daha sonra tutuklu HDP vekil sayısı 15 çıktı. Önce halkların iradesi gasp edildi ve sonra bir dava kurgulandı. Sonra kurgulanmış bu dava HDP’nin kapatılmasına bir gerekçe yapıldı. Bu gayretin hala sürmekte olduğunu görüyoruz. Kurgulanmış bu dava üzerinden neden hala sürmekte olduğunu görüyoruz. Çünkü birkaç gün önce önceki dönem milletvekillerimizden Hüda Kaya da gözaltına alınıp tutuklandı. Hüda Kaya ile bir gazeteci olarak söyleşi yaptığımda 28 Şubat’ta yaşadığı mağduriyeti anlatıyordu; umutluydu, heyecanlıydı çünkü bu mağduriyetlerle yüzleşilebileceğine inanıyordu. Ama bugün geldiğimiz noktada, daha önce 28 Şubat darbecileri tarafından hapsedilmiş olan Hüda Kaya bugün, o günleri değiştireceği iddiasıyla iktidar yolculuğuna çıkanlar tarafından tekrar hapsedildi. Yalnızca bu bile bu davanın neden ve nasıl kurgulandığını anlatmak açısından önemli. 7 yıldır hız kesmeden devam eden siyasi bir darbeden bahsediyoruz. Bir partiyi yok etme, çökertme operasyonundan bahsediyoruz. Bu nedenle de Kobanî Davasına, Kobanî Kumpas Davası diyoruz. Siyasetçilerimiz uzun tutukluluk sürelerine rağmen hala hapisteler. Yani AİHM kararları tanınmıyor, AYM kararları tanınmıyor. Bu artık yalnızca HDP’lilere ya da HDP’de siyaset yapmış veya yapmak isteyenlere yönelik bir operasyon dalgası olmaktan da çıktı. Bir kartopu gibi büyüyor ve ülkenin her yerine, her yanına yayılıyor.
Kürtler ve demokrasi güçleri parlamentoda yer almasın diye dünyanın en yüksek barajı uygulandı
Peki, ne olmuştu 4 Kasım 2016’dan önce? HDP’den kimler ve neden bu kadar rahatsız oldu? Ve bu iklim nasıl oluştu? Biraz bunu hatırlamakta da fayda var. Burada tabii 2013 Çözüm Sürecini ve 7 Haziran 2015 seçimlerinin özellikle altını çizmek gerekiyor. Çünkü önemli iki kırılma noktasından bahsediyoruz. 2013’ü çok uzun konuşabiliriz ama bugün gündemimiz daha çok 4 Kasım 2016. Kısaca şöyle hatırlatmak gerekirse; 2013’te Türkiye’de belki ilk defa yıllar sonra -yani 90’lı ve 2000’li yılların başında da bir takım çözüm arayışları olmuştu ama - Kürt meselesinin çözümünde çok aktörlü, asıl muhataplar dikkate alınarak ve onlarla görüşülerek bir diyalog zemini oluşturulmaya çalışılmıştı. Ve bu zemin, 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin de yüzde 13’leri aşan bir oy potansiyelini ortaya çıkartmıştı. Yani o oy potansiyelini ortaya çıkarmıştı derken şunu söylemek istiyoruz. Mevcut olan bir şey oylara yansıdı. O mevcut olan şey de şuydu. Bu ülkede demokrasi, özgürlük, eşitlik, hakikat ve adalet için mücadele edenler 7 Haziran 2015’te çok önemli bir şeye imza attılar. Yıllarca Kürtler ve demokrasi güçleri ve onların temsiliyeti parlamentoda yer almasın diye bu ülkede dünyanın en yüksek barajı uygulandı ve işte 2015’te o baraj alaşağı edildi.
Kobanî Kumpas Davası ve HDP Kapatma Davası ile bugün yaşadığımız otoriterleşme zemini oluşturuldu
Tam böyle bir iklimde iktidar çoğunluğu kaybedince 7 Haziran seçim sonuçlarını tanımadı. Yeniden bir seçim yapıldı. Çözüm Süreci Cumhurbaşkanının deyimiyle “buzdolabına kaldırıldı”. DBP’li 102 belediyeden 94’üne kayyım atandı, açık bir kayyım rejimine geçildi. Kentlerde aylarca süren sokağa çıkma yasakları ilan edildi, yüzlerce parti çalışanı ve siyasetçi tutuklandı. Ülkedeki bütün dernekler ve sivil toplum kuruluşları neredeyse potansiyel bir hedef haline getirildi. Çocuk ve kadın derneklerinin yanı sıra gazeteler, radyolar ve televizyonlar kapatıldı. Akademisyenler ihraç edildi, siyasetçiler ve gazeteciler hapsedildi. Bütün bunlar neyin göstergesiydi? Çok ciddi bir savaş konsepti yeniden güncellendi ve bütün ülke adeta yeniden bir ateşe atıldı, çatışma ortamına sürüklendi. Savaş siyaseti tekrar temel bir siyaset haline getirildi. Suruç, Diyarbakır ve 10 Ekim Ankara katliamlarıyla ülke demokrasinin, özgürlüklerin ve hukukun askıya alındığı yeni bir sürece girdi. Bunu söylerken bir parantez daha açalım; ülke zaten demokrasiden, özgürlüklerden ve hukuktan yoksundu ama belki ilk defa 2013 ve sonrasında oluşan o atmosfer, o umut, o barışa dönme ihtimali, yani diyalogdan müzakereye geçiş olasılığı bu hukuk, özgürlük ve demokrasi ihtimalini de güçlendirmişti. Dolayısıyla tekrar askıya alındığı bir sürece girdik. 4 Kasım Darbesini takiben Kobanî Kumpas Davası ve HDP’nin kapatılması davasıyla da en açık ve net bir ifadeyle söylemek gerekirse, bugün yaşadığımız otoriterleşme zemini oluşturuldu. Seçilmişler başta olmak üzere yüzlerce arkadaşımızın hala rehin tutulduğu bu darbe, bir yanıyla da 100 yıllık Kürt sorununun çözümsüzlüğünde ısrarın sembollerinden biri haline geldi.
Siyasetimizin özeti vazgeçmemektir, inattır, kararlı mücadele ve duruştur
Bazı hatırlatmalar yapmak durumundayım. Unutmamak, unutturmamak için bunları tarihsel bağlamda hatırlatmalıyız. Çünkü bu ülkede verdiğimiz mücadelenin en temel noktalarından biri de unutturmaya çalışanlara karşı durmak, unutturulmaya çalışılan bu bellekten vazgeçmemektir. Dolayısıyla geride bıraktığımız 30 yıl içinde demokratik siyasetteki ısrarımızı, verdiğimiz mücadeleyi kısaca hatırlatmak istiyorum. Bakın 30 yılda 10 parti. Gelip geçen 42 başbakan ve 12 cumhurbaşkanı var. Sadece 90’lardan bugünlere gelmeye çalışırsak; 94’te DEP’li milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı ve zorla gözaltına alınarak parlamentodan hapishaneye gönderildiler. Ve bu hapsedilme hali halen aydınlatılamayan 90’lar karanlığını daha da koyulaştırdı, daha derinleştirdi. Buradan şöyle bir hatırlatma yapmak gerekir 90’lar karanlığından bahsederken. Çünkü bir şeyin yalnızca başlangıç noktası değildi 94’te yaşananlar. Yani “2 Mart 1994 Darbesi” olarak hatırladığımız darbe de o dönem bir çözüm arayışının akabinde gelişti. Burada 1993 ateşkesini tekrar hatırlatmak isterim. Ve ne oldu? O günkü çözüm arayışı da köy yakmalarla, faili meçhullerle, insanların zorla yerinden göç ettirilmesiyle ve daha başka karanlık pek çok olayla birlikte yeniden sekteye uğratıldı, sabote edildi. Hala aydınlatılamayan o karanlık başka bir pratiği daha ortaya çıkardı. Mafya-devlet ilişkisi işte bugün en çok konuştuğumuz konulardan biri olarak, o günlerde en sık kullanılan yöntemlerden biriydi. Akabinde ne oldu?
Sürgünde bir HDP, hapiste bir HDP ve bugün alanlarda, meydanlarda ve parlamentoda bir HEDEP var
Oslo sürecine gelelim. 2009’da bu sefer KCK tutuklamalarıyla karşı karşıya kaldık. Belediye başkanlarımız, il genel meclis üyelerimiz, yöneticilerimiz neredeyse bu partiye selam veren herkes, sempatizanlar yıllar süren bir operasyon dalgası ile ya tutuklandı ya sindirilmeye çalışıldı ya hapsedildi ya da sürgüne gönderildi. Demokratik siyasetin büyümesine tahammül edemeyenler işte bu karanlıktan beslenmeyi tercih edenlerdir. HEP, DEP, ÖZDEP, HADEP, DEHAP, DTP, BDP, HDP, Yeşil Sol Parti ve son olarak da HEDEP. Tüm bu partiler niye kuruldu? Demokratik siyaset, diyalog, müzakere ve Kürt sorununda barışçıl çözüm istedikleri için. Eşit, özgür, adil ve demokratik bir ülkede onurlu yurttaşlar olarak yaşamak istediğimiz için. Bundan dolayı partilerimiz kapatıldı, halkların iradesi ile seçilmiş vekillerimiz hapsedildi, sürgün edildi. Dışarıda yani sürgünde bir HDP, hapiste bir HDP ve bugün alanlarda, meydanlarda ve parlamentoda bir Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi - HEDEP var. Bu ülkede neredeyse yarım asırdır Kürtler ve demokrasi güçleri işte bu parlamentoya giremesinler, seslerini büyütemesinler diye umudumuzu, güvenimizi ve dayanışma duygumuzu çalmaya çalıştılar. Bununla beraber pek çoğumuzun hayatına da kastedildi. Büyük bedeller ödeyerek binbir emekle demokratik siyasetin önüne konulan bu engeller tek tek aşıldı ve bir tarih yazıldı. Demokratik siyasette ısrar ederek halkların, kadınların, gençlerin, emekçilerin, engellilerin sesi parlamentoya taşındı. Halklarımız yerel yönetimlerde söz, yetki ve karar sahibi oldu ve kendi kentlerini kendileri yönetmeye başladı. Özcesi Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi olarak siyasetimizin özeti vazgeçmemektir, inattır, kararlı mücadele ve duruştur. 4 Kasım 2016’nın yarın 7. Yılını geride bırakacağız. Yıldönümü vesilesiyle de bir kez daha vazgeçmeyeceğimizi, inadımızı sürdüreceğimizi ifade ediyorum. Bu kararlı mücadele ve duruşla geride bıraktığımız 30 yılda tüm engellere ve kapatılan partilere, değişen iktidarlara, değişen savaş yöntemlerine rağmen bu vazgeçmeyişin hikayesini kısaca sizlerle paylaşmak istedik.
Devlet tüm kriz anlarında kendi normalini tesis etmek için Kürt korkusunu devreye koyuyor
Bizler acısını çekenler olarak çok iyi biliyoruz ki Türkiye’nin yüzyılına damga vuran en önemli olaylardan biri de demokratik siyaset korkusudur. Başka bir deyimle ifade etmek gerekirse; bu korku yüzyıldır öteki olarak gördüğü, öteki olarak kabul ettiği herkesi siyaset dışında tutmak için adeta bir kurum olarak canla başla çalışıyor. Korku yalnızca konuşmamızı, tartışmamızı engellemiyor; dayanışma duygumuzu ve bir araya gelişimizi de engellemeye, baltalamaya çalışıyor. Ne yazık ki bu durumun en açık biçimde görüldüğü alan da Kürt korkusu. Bunu bu şekilde ifade etmek istemezdik ama bu en açık göründüğü alan. Bunları da örneklendirmek mümkün ama o kadar uzağa gitmeden söyleyeceğim. Devlet tüm kriz anlarında, tırnak içerisinde söylüyorum, kendi normalini tesis etmek için bu korkuyu devreye koyuyor. Kürtleri ve Kürtlerle birlikte Türkiye demokrasi güçlerini sürekli iç düşman olarak yaftalayıp onları siyasal alanın dışına itmeye çalışıyor. Kitleleri Kürt düşmanlığı etrafında toplayarak vaziyet almaya çalışıyor. Hemen bir seferberlik dilini yeniden devreye koymaya çalışıyor. Kürt siyasetinin barışa yönelik bütün çabalarını çıkmaza sürerek, bununla da kalmayıp cezalandırarak ve bu seferberlik diline tutunarak “kendi bekasını” korumaya çalıştığını iddia ediyor. Kürt sorunu Türkiye’de demokrasinin turnusol kağıdıdır ve en azından 30 yıl bize bunu çok açık ve net bir biçimde göstermiştir. Kürt sorunu çözülmediği sürece Türkiye’nin demokratikleşmesi imkansız bir hale gelmiştir artık. Yani Kürt sorunu esasında Türkiye’nin demokratikleşememe sorunudur. Görmezden gelinerek çözülemeyeceği de bunca yaşanmışlıktan sonra hala anlaşılmamış olabilir mi, olamaz tabii ki! Dolayısıyla demokratik siyasetin büyümesine tahammül edemeyenler, rahatsız olanlar ısrarlı bir biçimde hala bu savaş konseptinden beslenmek istiyorlar.
Kobanî Davasını hukuken anlatmak mümkün değil
Size bir rapordan bahsedeceğim. Meclis raporundaki bir itiraftan bahsedeceğim. 28 yıl önce 2 Mart 1994’te yaşananlara dair Meclis Darbeleri Araştırma Komisyonunda hazırlanan bir rapor. Raporda 90’lı yıllarda terörle mücadelede gayri nizami harp düzenine geçildiğine dikkat çekiliyor. “Terörle mücadelede gayri nizami harp düzenine geçmek”. Şimdi bundan daha açık bir itiraf olamaz, bundan daha açık bir tanımlama olamaz. Kürt sorununda çözüm umutlarının da tükenmesine yol açtığını söylüyor bu rapor. Darbeleri Araştırma Komisyonunun bu raporuna rağmen bugün Kürt siyasetçiler, Türkiyeli siyasetçiler, HDP’li siyasetçiler, seçilmişler ve üyeler neden hala içeride? Bir 28 yıl daha beklemek için mi? Ya da yeniden raporlar yazıp bu tür itirafları yapmak için mi? Kobanî bir kumpas davası değilse ne davası olabilir? Bir intikam aracı değilse nedir? Hukuken Kobanî Davasını anlatmak mümkün değil. Gazeteci olarak yıllarca Kobanî Kumpas Davasını takip ettim ve şu anda da HEDEP Sözcüsü olarak bir kez daha söylüyorum ki Kobanî özellikle bazı süreçlerin siyasetine dönük bir intikam aracı olarak devreye konuluyor. Hukuken tarif edilmesi mümkün değil demiştim. Zaten Kobanî Kumpas Davasını savunan avukatlar da hukuken neredeyse savunma yapamayacak hale gelmiş durumdalar. O kadar absürt bir davayla karşı karşıyayız. Bilinçli olarak sürdürülüyor. Kaldırılan idam yerine ağırlaştırılmış müebbet hapis gibi bir ceza getirildi. Bir dönemler Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı ve DGM’lerde DEP’li milletvekilleri yargılandı. Bugün DGM’lerin adı yok ama uygulamalar aynen olduğu gibi devam ediyor. İddianameleri yan yana koysanız ve yargılama süreçlerine baksanız, o gün itirafçılar eliyle ve korucular eliyle yapılmak istenenlerin bugün gizli tanık eliyle yapılmaya çalışıldığını görürsünüz. Açık tanık ya da devletin neredeyse tüm kurumlarının davaya müdahil olmak istediği bir şekilde yapılmaya çalışılıyor. İşte tam da böyle bir günde, bu tarihsel süreci ve vazgeçmeyişi yeniden hatırlatmak istedik.
SORU: Son günlerde gazetecilere yönelik gerçekleşen baskı, gözaltı ve tutuklamalara ilişkin neler söylemek istersiniz?
Gazetecilerle ilgili gelişme de biraz önce anlattıklarımdan bağımsız değerlendirilmeyecek bir şey. Çünkü Türkiye’de basın özgürlüğü her zaman tartışmalı bir konuydu. Türkiye’de basın özgürlüğünün olduğu yıllardan bahsetmek neredeyse mümkün değil. Ama son zamanlarda bu daha çok şöyle ifade ediliyor. Basın özgürlüğünde hiçbir zaman böyle bir dönem görmedik. Gazeteciler hiçbir zaman böyle bir baskı, yıldırma, sindirmeyle karşı karşıya kalmadı. Böyle bir iklim oluştuğunda, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki engeller de bununla birlikte geliyor. Son 24 saatte olanlar benim de ilgimi çekti. Ali Topuz şöyle bir tweet atmış: Basının bir günü. 24 saatte 4 gazeteci gözaltına alınıyor ve bir gazeteci adli kontrol şartıyla serbest bırakılıyor, iki gazeteci tutuklanıyor, 6 gazeteci hakkında ceza isteniyor, bir gazeteciye de soruşturma açılıyor. Önümüzdeki günlerde de tutuklu bazı gazeteci arkadaşlarımız mahkemeye çıkmayı bekliyorlar. Gözaltına alınan, tutuklanan bazı gazetecilerle ilgili şunu söylemek istiyorum. Henüz vekil olmadan önce en çok konuştuğumuz konulardan biri “Dezenformasyon Yasası” adıyla getirilen yasanın aslında bir sansür yasası olduğuydu. Bugün gazetecilerin gözaltına alınması ve tutuklanması bizim söylediğimizin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla bu sesi birlikte yükseltmediğimiz ve çoğaltmadığımız sürece daha çok gazeteci gözaltına alınıp tutuklanacak. Çünkü hakikatlerin kamuoyuna ulaşması engellenmek isteniyor. Yıllardır engelleniyor ama bir şekilde hakikat ulaşması gereken yere ulaşıyor, mücadeleden vazgeçilmiyor. Gazetecilerin dayanışmasını çok kıymetli buluyorum. Bütün bu saldırılara rağmen dayanışmanın büyüyor olması, korkmuyor olmaları, gazetecilikte ısrar ve inadı sürdürüyor olmaları önemlidir.
Bilmeyenler ve takip edemeyenler için şöyle özetleyeyim. Gazeteci Tolga Şardan önce gözaltına alındı, sonra tutuklandı. Yaptığı habere erişim yasağı getirildi. Tam da “Dezenformasyon Yasası” olarak ifade edilen, bizim sansür yasası dediğimiz yasa ile ilgili. Dinçer Gökçe gözaltına alınıp adli kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Cengiz Erdinç gözaltına alındı. BirGün'e "dezenformasyon" soruşturması başlatıldı. Özgür Gündem Gazetesinde Nöbetçi Yayın Yönetmenliği davasında aldığı cezası onaylanan Dilşa Kocakaya tutuklandı. KHK ile kapatılan Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi çalışanı Hicran Urun, Mehmet Ali Çelebi, Reyhan Hacıoğlu, İshak Yasul, çalışan Pınar Tarlak ve imtiyaz sahibi İhsan Yaşar hakkında açılan davada 6 gazeteci için ceza istendi. Bianet muhabiri Evrim Kepenek’e “dezenformasyon" soruşturması başlatıldı. Türkiye’nin 24 saati, gazeteciliğin 24 saati ama buna rağmen buradayız, konuşuyoruz, sesimizi duyurmaya çalışıyoruz. Bu engellenemiyor. Bu sevindirici bir şey. Vazgeçemediğimizi yineleyelim.
Şimdi benim de aktarmak istediğim başka bir gelişme var. Erbil’de partimizin bürosunun etrafında 2 gün önce kimliği belirsiz şüpheli şahısların dolaştığına dair haber aldık. Bunun parti binamızın etrafından muhtemel bir saldırı girişimine ilişkin keşfi andırdığı söyleniyor. Bu keşif ise neyin keşfidir? Bu şahıslar parti binamızın önünde ne aramaktadırlar? Arkadaşlarımız güvenlik güçlerine haber vermişler. Asayiş de parti binamızın etrafında önlem almış. Asayişin kayıtlarına göre bu şahıslar iki saat yürüyüp kamerasız alanda izlerini kaybettiriyorlar. Bu tür olaylar biliyorsunuz daha önce de yaşandı. Yakın zamanda yani 18 Eylül’de KNK bürosuna bir saldırı düzenlendi ve bu saldırıda Deniz Cevdet Bülbül hayatını kaybetti. İzlerini kaybettirmeye çalışan bu şahısların kimler olduğunun kamuoyuna açıklanması ve olası saldırıların engellenmesi için gerekli tedbirlerin alınması gerekiyor. Bu tedbirler Kürdistan Bölgesel Yönetimi yetkileri tarafından alınabilir. Buradan çağrı yapmak istiyorum, daha önce çokça çağrı yapıldı. Burada siyasi kovuşturmalar nedeniyle nefes alamaz hale gelen insanlarımız, parti yöneticilerimiz, siyasetçilerimiz, aslında burada olması gereken insanlar orada da nefes alamaz hale gelirlerse ya da orada her an bir saldırı tehlikesiyle yaşarlarsa nerede nefes alabilecekler? Kürdistan Bölgesel Yönetimi hükümeti ve yetkilileri bu konuda dikkatli, duyarlı ve tedbirli davranmalıdır. Çağrımızı da yinelemiş olalım.
3 Kasım 2023