Ayşegül Doğan: Türkiye’nin ihtiyacı olan, savaş siyasetine karşı Sayın Öcalan’ın barış gücüdür

Parti Sözcümüz Ayşegül Doğan Genel Merkezimizde düzenlediği basın toplantısında güncel gelişmelere ve MYK toplantısında alınan kararlara ilişkin konuştu. Doğan, şunları söyledi: 

Öncelikle dün gerçekleştirdiğimiz MYK’mızda gündeme gelen bazı başlıkları aktarmak isterim. Tabii ki Narin cinayeti MYK gündemimizin en başında yer alan konulardan biriydi. Bu konudaki takibimizden vazgeçmeyeceğiz. Yeni anayasa tartışmaları da gündemlerimizdendi. Özellikle Kürt coğrafyasında sürdürülen ve bizim özel savaş politikaları olarak tanımladığımız politikalar gündemimizdeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurul konuşması elbette değerlendirdiğimiz konulardandı. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Türkiye ile ilgili önemli bir karar verdi. Bu karara ilişkin değerlendirmelerimizi sizinle paylaşacağız. Yakın zamanda Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) öncülüğünde 13 Ekim’de Diyarbakır’da bir miting düzenlenecek. Bu da DEM Parti’nin tartıştığı konulardan biri olarak masada yer aldı. Ekmek ve Adalet Buluşmalarımız, Türkiye’nin de en yakıcı sorunlarından biri ve yine bizim yeni dönem planlamamız ve yol haritamız açısından MYK’mızın önemli başlıklarındandı. 


Hani Kürtçe sizindi, bu gözaltılar nedir?

En sona bıraktığım konu en önemli konulardan biri: Kürtçeye yönelik saldırılar. Artık nasıl bir hal almaya başladığını nasıl anlatalım diye düşünür hale geldik. Mezopotamya Kültür ve Dil Araştırmaları Derneğine ve Payîz Pirtûk Kitapevine dönük birtakım saldırılar ve gözaltılar oldu. Peki, ne yapıyor gözaltına alınan bu insanlar? Kürtçe dil kursunda eğitmenlik yapıyorlar. Bu gözaltı ve tutuklamalardan önce İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya Diyarbakır’da, “Feqiyê Teyran’ın Ey Dilberêsî de Kürtçe de bizimdir” dedi. Ardından dün Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler Şırnak’a gitti. Şırnak’ta Kürtçe şarkı eşliğinde karşılandı. Ne yapmaya çalışıyorsunuz, hani Kürtçe sizindi? Hani en çok sizin iktidarınız döneminde Kürtçeye dönük saldırıların önü alınmıştı ve Kürtçe artık herkesin konuşabildiği bir dil haline gelmişti? Bu soruların artık yanıtlanması gerekiyor. Çünkü toplum yaptığınız açıklamalara güvenmiyor. Toplum sizi hiçbir şekilde samimi bulmuyor. Ayrıca buna Kürtçe de yanıt vereceğim. 

Narin cinayeti konusunda susmayacağız, soracağız

Narin cinayeti bizim en önemli gündem maddelerimizden biri. Çünkü koskoca Türkiye Cumhuriyeti Devleti 8 yaşındaki bir kız çocuğunu 19 gün boyunca bulamadı. Sonrasında ise cansız bedenini buldu. Üzerinden bir ay geçti ve katil ya da katiller hala bulunamadı. Toplum her gün yeni bir senaryoyla karşı karşıya kalıyor. Ortaya çıkan bilgiler de ne yazık ki en başından beri bu cinayetin planlı ya da organize bir şekilde işlendiğini gösteriyor. Bunu teyit eden nitelikte bilgiler ortaya çıkıyor. Haklı olarak kaygı duyan ve cinayetin aydınlatılmasını isteyen yurttaşların sorularını bir gazeteci sormaya çalışırken, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yaptığı sus işareti bizi susturmayacak. Ne gazetecileri susturacak ne kamuoyunun bu olayın takipçisi olma ısrarından vazgeçmesine neden olacak. Susmayacağız, soracağız, itaat etmeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz. 

Ailenin kutsallığı yerine, kadın ve çocukların güven içerisinde yaşayacağı düzenlemelere ihtiyaç var

DEM Parti olarak, hem gazetecilerin sorularını hem kamuoyunun merak ettiklerini hem de sormaktan vazgeçeceğimiz sanılan o soruları hatırlatmak için bir kez daha İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya soruyoruz: Narin Güran cinayeti ile ilgili son durum nedir? Bunu lütfen kamuoyuyla artık paylaşın. Bir ay geçti Narin’i kim, kimler, neden öldürdü? Cinayet çözülemiyor hala. Bu cinayet ile ilgili siyasi bir bağlantı var mı? Bu konuda herhangi bir araştırma ve soruşturma yapılıyor mu? Yapılıyorsa kamuoyuyla niye paylaşılmıyor? Bu sorular önemli. Çünkü Narin Güran cinayetinin tüm ilişkiler ağıyla birlikte apaçık bir şekilde aydınlatılması yalnızca bu dava için önemli değildir, bundan sonra çocuk ve kadınların katledilmesi karşısında bir ülke mücadelesinin parçasıdır. O yüzden takip ve ısrardan vazgeçmeyeceğiz. Peş peşe yargı paketleri çıkarılıyor. Bu paketlerde de toplumsal beklentilerin aksine kadının soyadı, ailenin kutsallığı gibi başka gündemler yaratılmaya çalışılıyor. Oysa ki kadın ve çocukların güven içerisinde yaşadığı ve katledilmediği, faillerin korunup kollanmadığı; iyi hal, takdir indirimi, tahrik indirimi gibi indirimlerin ya da kanaatlerin dikkate alınmadığı düzenlemelere ihtiyaç var suç oranlarının artmaması için. Tecavüzcüler iyi hal indirimleriyle salınırsa bu ülkede, işte ortaya çıkan tablo bugün yaşadığımız tablo olur. Hukukun ve adaletin uygulanmadığı uygulamalarda ısrar edilirse maalesef sonuç böyle olur. 

Kime yapılırsa yapılsın işkence bir suçtur

Çeşitli veriler bu konuda, ne yazık ki gerçek verilere ulaşılmıyor. Bu yılın ilk 8 ayında 261 kadın, erkekler tarafından öldürüldü. 164 kadının ise ölümü hala şüpheli. Kadın cinayetlerini bu sayılarla ifade etmekten hicap duyuyoruz. Gerçek verilere ulaşamamaktan ayrıca utanç duyuyoruz. Asıl biz değil utanması gerekenler, onlar hicap duymadıkları için onlar adına bu utancı toplumsal olarak taşımak zorunda kalıyoruz. Gerçek rakamların daha çok olabileceğinden endişe duyuyoruz. İktidara, kadın kırımına, cins kırımına varan bu cinayetlerin durdurulması için gerekli adımları atması için de yeniden çağrı yapıyoruz. Daha çok kadın ölmeden, daha çok çocuk ölmeden ve istismara uğramadan yapılması gerekenleri yapınız. Yargı, cezasızlığa varan aflardan ve ceza indirimlerinden ne zaman vazgeçecek? Bunu bir kez daha soruyoruz. Mesela devlete karşı işlendiği iddia edilen suçlarda son derece katı bir yargı sistemi çıkıyor karşımıza. Ama diğer suçlarda son derece affedici bir yargı sistemi ve adalet mekanizması var. Bu nasıl olabiliyor? İstanbul Ümraniye’de görevi başında öldürülen polis memuru Şeyda Yılmaz işte bu çarpık adalet sisteminin yeni bir kurbanı oldu. Zanlının 26 ayrı suçtan suç kaydı var. Bu bilgiyle ortaya ne çıktı? Toplumsal bir infial. Bu toplumsal infial de kolluk ekibiyle gerçekleştirilen bir linç ve işkenceyle susturulmaya çalışıldı. Bu da İçişleri Bakanlığı tarafından desteklendi. Kime yapılırsa yapılsın işkence bir suçtur. Bu konuda baroların, insan hakları örgütlerinin ve hak savunucularının açıklamalarına kulak verilmelidir. Bakanlığın asıl yapması gereken şey, bu konuda hak savunucularının ve STK’ların hatırlattıkları çerçeveye uygun davranmaktır. Hukuk tanımayan, şiddete şiddetle karşılık veren intikamcı bir yaklaşımı olağanlaştıran bir ülkede, başta çocuklar ve kadınlar olmak üzere kim kendisini güvende hissedebilir, nasıl hissedebilir?

Kadına yönelik politikalar aile bağlamında değerlendirilmemeli, Kadın Bakanlığı kurulmalı

Bu kadar çok kadın cinayetinden, erkekler tarafından öldürülen yüzlerce kadından bahsediyoruz sadece son 8 ayda. Bunlarla ilgili bir milat saptansa herhalde hep birlikte şunu söyleriz değil mi? Bakanlığın adından kadının adının çıkarıldığı günü unutamayız. İstanbul Sözleşmesinden bir gece ansızın çıkmayı ve o telaşı hiçbirimiz unutamayız. Dolayısıyla bir kez daha hatırlayalım. Türkiye’de kadına yönelik şiddeti ciddiye almayan politikalar sürdükçe kadınların kazanımlarına yönelik saldırılar da aynı şekilde sürer. Çünkü bir bakanlığı yok. Kadın Bakanlığı kurulmalı ve kadına yönelik politikalar aile bağlamında değerlendirilmemeli. 

Çocuk Bakanlığı bir an önce kurulmalı


Keza çocuğa dönük cinsel istismar suçları 8 yılda 2 kat artmış. Yine suça sürüklenen çocukların sayısında da artış var. Yalnızca bu mu? Bir yandan derin bir yoksulluk var ve bu yoksulluk çocuklarda da ne yazık ki etkiler bırakıyor. Bu yoksulluk nedeniyle eğitimlerinden mahrum kalan, işçileştirilen çocuklar var. MESEM kapsamında hayatını kaybeden çocuklar var. Sadece son bir yılda 66 çocuk çalışırken hayatını kaybetmiş. Bir yılda 66 çocuk. Bunlar ulaşabilir veriler. Daha fazlası olduğundan ne yazık ki endişe duyuyoruz. Bu nedenle bağımsız ve kendine ait bütçesi olan, çocukların çocukluk hallerini önceleyen, sağlık sorunlarından engelli çocukların sorunlarına kadar her konuyu düzenleyen bir Çocuk Bakanlığı bir an önce kurulmalı. 

Anayasa tartışmalarında tutumumuzu merak edenler parti programımıza baksın

Bir de yeni anayasa tartışmaları var. Yasaları uygulamayan bir hukuk devletinden bahsediyoruz. Hukuk devleti olduğunu iddia eden ama hiçbir yasayı uygulamayan, AYM kararlarını yok sayan, AİHM kararlarını hayata geçirmeyen bir iktidardan bahsediyoruz. Son zamanlarda Cumhurbaşkanı, ara ara Meclis Başkanı ve AKP sözcüleri temsilcileri ve diğer siyasi partiler de bazı açıklamalar yapıyor. Belli ki önümüzdeki süreçte bu konu tekrar tekrar gündeme getirilecek. Partimizin nasıl bir tutum alacağı da çok merak ediliyor. Halbuki DEM Parti bu konuda en ilkeli, en tutarlı yaklaşıma sahip olan partidir. Çünkü DEM Parti, Türkiye’de yeni, özgürlükçü ve demokratik anayasaya ihtiyaç olduğunu onlarca yıldır söyleyen, bunun için mücadele eden bir partidir. Eskiden tamamıyla kopmuş, yepyeni bir anayasayı, bir toplumsal mutabakatı işaret ediyoruz. Bununla ilgili nasıl bir tutum alacağımızı merak edenlerin parti programımıza ve yetkili kurullarımızın yaptığı açıklamalara bakmalarını tavsiye ederiz. Bu konuda en fazla çalışan ve arşivi olan partiyiz. Ayrıca şunu da söylemek isterim. Meclis Anayasa Komisyonunun yanı sıra partimiz bünyesinde Meclis Anayasa Komisyonu ile eşgüdümlü çalışacak bir anayasa koordinasyonumuz var ve bu koordinasyon kendi içinde çalışmalarını yürütüyor. 

DEM Parti için anayasa toplumsal bir sözleşmeyi ifade ediyor

“DEM Parti için anayasa ne ifade ediyor?” diye soranlara bu konudaki meraklarını gidermek için söylüyorum. Yeni anayasa DEM Parti için bir toplumsal sözleşmeyi ifade ediyor. Çünkü bir anayasanın demokratik kabul edilmesinin ön şartı olarak kabul ediyor böyle bir anlayışı DEM Parti. Bunun için yapım sürecini yani usulünü de esası kadar önemsiyor. Toplumla tartışmadan, toplumun farklı dinamiklerini ve farklı katmanlarını bu sürece dahil etmeden anayasa yapmanın zorluklarını bilen, tecrübe eden bir parti olarak bunları hatırlatıyor. Toplumla tartışmak için demokratik bir ortama ihtiyacımız var. Kürsü dokunulmazlığının bile yok sayıldığı bir ülkeden bahsediyoruz. Böyle bir ortamda anayasayı tartışmak için yapılması gereken şeyler olduğunu tartışmalıyız. Mevcut hukuksuzluğun başlıca aktörlerinden biri olacaksınız, iktidarınız onlarca yıldır bu politikaları sürdürecek, bir yandan da bu tartışmaların başlatıcısı olup sanki demokratik bir ortam varmış gibi yeni anayasa tartışmalarından bahsedeceksiniz. İnsanların fikirlerini paylaşmasına bir yol açmadan bunun imkansızlığı ne yazık ki görünür halde. Anayasa, her şeyden önce gerçek bir eşit yurttaşlık temelinde toplumun bütün kesimlerini kapsayacak bir muhtevaya sahip olmalı; toplumsal ve siyasal çoğunluk vasfını da mutlaka içermelidir.

Erdoğan’ın BM konuşmasında Kürt sorununa dair tek bir satır yoktu

Bu tartışmaların seyri şöyle dursun, öte yandan ne gördük? Erdoğan BM Genel Kuruluna seslendi. Ne yazık ki hukuk devletine geri dönüleceğine ya da kutuplaştırıcı politikalardan vazgeçileceğine ilişkin tek bir ipucu bulamadık konuşmasında. İki gün önce yaptığı bu konuşmada, yıllardır duyduğumuz bir konuşmanın yer yer volümünü yükseltip yer yer düşürdü. Sloganlardan ve hamasetten öteye geçmeyen, Filistin meselesini konuşmasının ana merkezine oturtan ama burada da çözüm önerisi olmayan bir politika var. Yine Kürt meselesinin satır araları dışında mevzu edilmediğini gördüğümüz bir konuşma. Tek bir satırda dahi bahsedilmedi. Hangi konuları merkezine almıştı? Irak’ta istikrar, uluslararası toplumu ilgilendiren Kalkınma Yolu Projesinin sağlıklı yürümesi. Ama bunları anlatırken de tüm bunların PKK ile mücadeleden geçtiğinin özel olarak altını çizdi. İran'dan Ukrayna-Rusya savaşına, Ermenistan’dan Azerbaycan’a, Balkanlardan Doğu Akdeniz, Kıbrıs, Libya, Sudan ve Orta Asya gündemine, hatta Çin’e kadar hızlı bir tur yaptı bu konuşmada. Ama Filistin sorunu kadar Ortadoğu'nun temel sorunlarından olan Kürt meselesi ile ilgili tek bir cümle kurmadı. Fakat çok açık bir şekilde şunun sinyallerini verdi. Kutuplaştırıcı siyasete devam, nefret söyleminde volümü artırmaya devam, müdahaleci dış politikaya devam. Türkiye’de militarizmin ve ekonomik adaletsizliğin bu kadar derinleşmesinde bu iktidarın hiçbir rolü yokmuş gibi davranmaya devam etti. Bölge ve dünya genelinde yaşanan krizlere ve savaşlara dair hiçbir sahici uygulanabilir çözüm önerisi de içermiyordu konuşması. Ne Türkiye ne de dünya açısından inandırıcılığı olan bir konuşmadan bahsedemiyoruz. Keşke aksini söyleyebilseydik. 

Türkiye AK Bakanlar Komitesinin “tecritten vazgeçilmelidir” kararına uygun adımlar atmalı

Niye inandırıcı olsun ki ayrıca? Uygulanmayan AİHM kararlarından, AYM kararlarından ve bunların doğrudan ve dolaylı mağdurlarından bahsediyoruz. Bu karalardan birini sizlerle paylaşacağım. AK Bakanlar Komitesinin Türkiye ile ilgili yeni karar. 17-19 Eylül’de tarihlerinde toplandı, periyodik bir incelemeydi bu. Türkiye’nin AİHM kararlarını denetleyen bir toplantıdır ve aldığı kararı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu karar, İmralı Adasında mutlak iletişimsizlik halinde hapis tutulan ve aylardır kendisinden hiçbir şekilde haber alınmayan Sayın Öcalan’ın durumunu değerlendirdi. Sağlık hakkı ihlali de dahil olmak üzere Sayın Öcalan’ın durumunu değerlendirdi, Türkiye’ye bazı tavsiyelerde bulundu. Kısacası “Umut Hakkının gereği yerine getirilmeli” dedi. Bu konuyla ilgili adım atılması için de bir takvim önerdi. En geç bir yıl içinde Türkiye’nin adım atmasını, aksi takdirde Bakanlar Komitesi Sekretaryasından bir ara karar hazırlığı taslağını talep edeceğini de duyurmuş oldu. Bu kararda, AİHM’in 2014 tarihli Öcalan 2 kararı olarak bilinen AİHS 3. maddesine aykırılığın da altını çiziyor ve bunu teyit ediyor. Yani hiç kimse işkenceye ve gayri insani yahut haysiyet kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulamaz diyor. Bizim yıllardır söylediğimizi Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi bir kez daha Türkiye’ye hatırlatıyor. Tecrit politikası, tecridi adeta bir yönetim biçimine dönüştürmek bir işkence yöntemidir ve bundan vazgeçilmelidir diyor. Bunu Bakanlar Komitesinin söylemesine gerek yok. Ama söylemesinin bir kıymeti ve bedeli var. Bu konseye üye olarak Türkiye’den beklentimiz bu karara uygun adımlar atmasıdır. Bugüne kadar Bakanlar Komitesinin bu içerikte ve nitelikte yaptığı uyarıları dikkate alması gerekiyor. Türkiye’nin yıllardır komiteye yaptığı itirazlar var. Sizler de takip ediyorsunuz bu kararların nasıl hiçe sayıldığını. Bazı argümanlarla bu itirazı ifade ediyor. Kararları yerine getirmemek için ileri sürdüğü itirazlardan bahsediyorum. Yerine getirmemek için birtakım gerekçeler ve kılıf uydurma. 

Yıllardır sürdürülen tecrit politikası Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmıyor

Komite bu açıklamasıyla aslında bunların doğru olmadığını da teyit etmiş oluyor. Bu bağlamda toplumun da hem kandırıldığından ve hem de oyalandığından bahsetmiş oluyor. Bizim yıllardır ifade ettiğimiz gibi. İşkencenin mutlak yasak bir ceza ve uygulama biçimi olduğunu söylüyor. Bunu uygulamanın da işkenceyi açıktan savunmak anlamına geldiğini, hukuka ve demokrasiye uygun politikalar olmadığını da ifade ediyor. İmralı’daki tecrit sistemi niye önemli, niye bir yönetim biçimine dönüştü diyoruz? Bunun ağırlaştırılmış müebbet hapis cezalarıyla nasıl bir ilgisi var? Türkiye’de ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası nedeniyle içeride tutulan kaç kişi var? Binlerle ifade ediliyor bu rakam. Adalet Bakanlığı bu konuda sorulan soruları yanıtlamıyor, gerçek verileri vermiyor. Ama 4 binin üzerinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alan insan var içeride. Herkes biliyor ki bu insanlar ömür boyu hapis cezasıyla cezalandırılarak içeride tutuluyor. Ömür boyu hapis cezası artık kaldırılmalıdır. Hiçbir zaman uygulanmamalıydı. Bunun uygulanmasının nedeni nedir? Üzülerek belirtiyoruz ki savaş siyasetinde ısrardır. Çünkü bu Sayın Öcalan’a dönük bir tecrit sistemi ve yönetim biçimini hayata geçirmek için bulunmuş bir kılıftır. Yani hukuk araçsallaştırıldı, yargı araçsallaştırıldı ve bu yıllardır sürdürülüyor. Yıllardır sürdürülen bu politika Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmıyor, aksine kaybettiriyor. Toplum farklı katmanlarıyla bunun mağduru oluyor. Bu katmerli işkence siyasetine artık son vermek gerekiyor. Bu siyaseti görmek, buna tepki göstermek gerekiyor. 26 yıl oldu. 15 Şubat 1999’dan bu yana 26 yıllık bir tutsaklıktan bahsediyoruz. 

Türkiye’nin ihtiyacı olan, savaş siyasetine karşı Sayın Öcalan’ın barış gücüdür

İmralı’ya bakıldığında asıl amacın ne olduğu, hukukun nasıl eğilip büküldüğü çok açık bir biçimde görülecektir. Bu kadar sık vurguluyor olmamızın bir nedeni de bu politikalardan vazgeçilmesidir. Farklı bir yol var, farklı bir tercih mümkün. Bu intikamcı politikaları hiçbir devlet uygulayamaz. Böyle bir hakkı yok. Hukuk bir intikam aracına dönüştürülemez. Ancak Türkiye’de onlarca yıldır hukuk bir intikam aracına dönüştürülüyor, yargının tüm kurumları bu intikam aracının parçası haline getirilmeye çalışılıyor. İşte böyle bir çürümeyle karşı karşıya kalıyor Türkiye. Nedir asıl yapılması gereken, temel ihtiyaç olan ve hükümetin uygulamadığı? Biraz önce sözünü ettiğimiz savaş siyasetine karşı Öcalan’ın taşıdığı barış gücü. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey bu barış gücüdür. Binlerce hükümlüyü, onların ailelerini ve sevenlerini etkileyen bir işkence biçimini sonlandırmak için Meclis’te de pek çok şey yapılabilir. Bir komisyon kurulabilir mesela.  

Yıllardır uygulanan mutlak tecrit Türkiye’de yalnızca Kürt sorununu derinleştirmiyor

Eğer iktidar bu konuda gerekli yükümlülükleri ve sorumlulukları yerine getirmiyorsa bunu ona hatırlatmak, bunu ona yaptırmak muhalefet partilerinin de görevidir. Mesela ana muhalefet partisi Türkiye’deki ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla ve bundan dolayı mağdur olanlarla ilgili ne düşünüyor? Onların sesini duyuyor mu, var mı bir çözüm önerisi? Meclis’te böyle bir komisyonun kurulması önerisine ne der? Bunların yalnızca ilgili bakanlıklara havale edilmesi yetmiyor. Çünkü onlar görevlerini yerine getirmiyor. Dolayısıyla bu sorumluluğa çağırmak, başta ana muhalefet partisi olmak üzere Meclis’te bulunan ya da bulunmayan siyasi partilerin de başka toplumsal kesimlerin de yurttaşlık görevi ve sorumluluğudur. Meclis bu iradeyi yerine getirmelidir. Aynı zamanda buradan milletvekillerine de bir çağrı yapmak isteriz. Çünkü milletvekillerinin anayasal görevi halka karşı sorumluluklarını yerine getirmektir. Yıllardır uygulanan mutlak tecrit Türkiye’de yalnızca Kürt sorununu derinleştirmiyor. İstatistiklere, açıklanan ve açıklanmayan verilere bakın. Bu konudaki araştırmalara bakın. Türkiye’de demokrasinin kırıntısı kalmışsa bunu bile ortadan kaldıran bir yönetim biçimine dönüştü. Bu yönetim biçiminden vazgeçmek gerekiyor. Bir yandan askeri operasyonlar, siyasi tutuklamalar, sınır ötesi operasyonlar, dil ve kültür alanına dönük sistematik saldırılar var. Bu yöntemlerle Kürt sorununda demokratik çözüm değil maalesef çözümsüzlük siyaseti derinleşir. Bu da hep birlikte kaybettiriyor. DEM Parti bu sözü yüz binler, milyonlar adına kuruyor. Bunu kamuoyuyla yalnızca DEM Parti’ye oy verenler adına paylaşmıyor. DEM Parti’ye gönül verenlerden, bu ülkede demokrasi, eşitlik, adalet ve barış mücadelesi veren çok geniş bir toplumsal kesimden bahsediyoruz. Bu talep geniş bir toplumsal kesimin de talebidir. İşte DEM Parti şemsiyesi altında bu toplumsal kesimlerin de talebini sizlerle paylaşmış oluyoruz. 

Özel savaş politikalarının Kürt coğrafyasındaki etkileri de masamızdaydı

Önemli konulardan biri de özel savaş politikalarıdır. Bu biraz önce sözünü ettiğim tecrit ve yönetim biçimi olarak hayata geçen uygulamadan bağımsız değildir. Bu konuda duyarlılık da talep ediyoruz. Özel savaş politikaları derken, mesela hepimizin aklına geçenlerde bu nedenle evine baskın yapılan, dijital materyallerine el konulan, hakkında yakalama kararı çıkarılan Türkiye’deki tek kadın ajansı Jinnews’in muhabiri Rabia Önver gelecektir ya da gelmelidir. Hakkari’de bir uyuşturucu ve fuhuş çetesi olduğunu içeren iki haber dosyası hazırladı. Bu haber dosyasının ardından iddiaları incelemek yerine İçişleri Bakanı, yine bizi yanıltmadı ve önce bunu haber yapan gazeteciye yöneldi. Gazeteciyi susturarak bu olayın üstünün örtülebileceği sanıldı. Biz bu konuyla mücadelede kesin kararlıyız. Buna dair yakın zamanda sizlerle daha kapsamlı bir yol haritası ve eylem planı açıklayacağız. Ama özel savaş politikaları ve bunun hem Türkiye’de hem de Kürt coğrafyasında yarattığı etkiler pek çok açıdan dün masamızdaydı. 

Barışa karşı sorumluluk duyan herkesi 13 Ekim’de Amed’de yapılacak mitinge çağırıyoruz

Tüm bunlara hayır demek için, savaşa karşı siyasetin hayata geçmesi için, barış siyasetinin yeniden güçlenmesi için DBP 13 Ekim’de Diyarbakır’da bir miting düzenliyor. “Savaşa Karşı Barış, Tecride Karşı Özgürlük, Komploya Karşı Direniyoruz, Özgürlük İçin Amed’de Buluşuyoruz” sloganıyla yapılıyor. Bu miting çok önemli. DEM Parti olarak her zaman bir mücadele ve müzakere partisi olduğumuzu ifade ediyoruz. Bu nedenle o gün orada olacağız. Diyarbakır’da olacağız 13 Ekim’de. Savaşa karşı barışın sesini çoğaltmak için orada olacağız. Eşit, adil ve kalıcı bir barışın kapısının aralanmasını talep etmek için ve bunun İmralı Ada Hapishanesinin kapılarının açılmasıyla mümkün olacağını bir kez daha ifade etmek için orada olacağız. Bu aynı zamanda bir zorunluluk. Bunu yapması gerekenler, yetkililer yapmıyorsa; bizim örgütlü gücümüz, yan yana gelişimiz daha güçlü bunu gösterebilir. Bu yüzden Türkiye’de barışa karşı sorumluluk duyan herkesi DBP öncülüğünde Amed’de yapılacak mitingde buluşmaya davet ediyoruz. Bu konuda herkesin sorumluluk alması gerektiğini ifade etmek istiyoruz. Tabii başka gündemler de konuşulduğu MYK’mizde ama şimdilik bazı kararlar ve bunlara ilişkin ortaya çıkmış değerlendirmeleri sizlerle paylaştım.

Soru: Erken seçim çağrıları son dönemde sıklıkla dillendiriliyor. Partinizin tutumu nedir? 

Elbette biz de bu gelişmeleri takip ediyoruz. 31 Mart sonrası yaptığınız açıklamalar var. Daha önce Eş Genel Başkanlarımız da buna dönük bir açıklama yapmıştı. Başta MYK olmak üzere ilgili kurullarımız bu konuyu değerlendiriyor ve bir açıklamayı yakın zamanda yapacağız. Şimdilik MYK’mizde bu konuyla ilgili yapılan değerlendirmelere ilişkin söyleyebileceklerim bu kadar. 

Em dev ji doza zimanê xwe bernadin

Dembaş ez we hemûyan bi rêzdarî, bi silavên germ, bi dostanî li ser navê Partiya DEMê silav dikim. Lijneya me ya rêveberiyê duh kom bû. Gelek mijar hatin nirxandin û derhaqê wan mijaran de hin biryar hatin standin. Ji makezagoneke nû heya hilbijartinan, ji polîtîkayên şerê taybet heya axaftina Erdogan, ji mîtînga ku dê 13ê Cotmehê li Amedê bê lidarxistin heya biryara Komîteya Konseya Ewropayê ya derheqê Birêz Ocalan de me gelek mijar nirxand. 

Di destpêke de z dixwazim li ser êrişên zimanê Kurdî dest pê bikim. Ev mijara me ya sereke bû. Her ku diçe êrişên li ser zimanê Kurdî, li ser nasname, çand û hunera Kurdî zêde dibe. Bênavber didome. Herî dawî li Amedê bi ser saziyên zimên yên wekî MED-DER, Pirtûkxaneya Payîzê de girtin û bi dehan kes binçav kirin. Ji aliyekî Wezîrê Karê Hundirîn diçe Amedê dibêje ‘zimanê Feqiyê Teyran zimanê me ye, Kurdî jî ya me ye’. Ji aliyekî ve hin wezîr diçin herêma Kurdistanê bi Kurdî tên pêşwazîkirin. Ew dikarin govendê bigirin, ew dikarin li stranên Kurdî guhdarî bikin, ew dikarin kampanyaya xwe ya hilbijartinê bi stranên Kurdî bikin. Dema hilbijartin nêzîk dibe gelek hez ji zimanê Kurdî dikin, her roj derheqê zimanê Kurdî de daxuyaniyan didin û dibêjin di neqeba me de ferq nîn. Lê dema hilbijartin an jî berjewendiyên desthilatdaran û hin hesabên wan ên biçûk ji holê radibin yan jî wext ji bo wan dibihure pêwîstiya rê û rêbazên dîtir dibînin, dijbertiya zimanê Kurdî dikin. Bi salan e weke vê yekê bi kar tînin. Em jî dixwazin ji vê derê bersiv bidin wan. Em bi Feqiyê Teyran bersiva wan bidin. Feqiyê Teyran dibêje: 

Kî dev ji zimanê xwe berdaye em jî berdin?

Ê derbas bin rojên xefûr

Ê bên rojên qenc ên kibir

Xwe ra bikin ra û tevdîr

Hêsîr nebin ber zilma mîr

Em tu carî li ber êrişên li ser ziman, çand, nasname û hunera Kurdî serî netewand, me dev jê berneda. Em dibêjin ziman hebûna me ye. Kî dev ji zimanê xwe berdaye, kî dikare dev ji zimanê xwe, nasnameya xwe, doza ziman, çand û hunerê berde? Em jî bernadin. Ev yek di dîrokê de bi ispat heye. Ji ber vê yekê em cardin bangewaziyê dikin. Em dibêjin riya Feqiyê Teyran ne riya qedexekirinê ye. Riya Feqiyê Teyran riya azadiyê, hezkirina ziman e. Zimanê dayikê yê kê dibe bila bibe hûn nikarin qedexe bikin. Bi qedexekirinê jî hûn nikarin zimanekî çandekê ji holê rakin, hûn nikarin dîrokê berovajî bikin. Em jî dev ji vê dozê bernadin. 

Ji bo jiyaneke wekhev, birûmet û azad makezagoneke nû hewce ye

Derhaqê makezagonê de pirsa we hebû. Makezagoneke nû carna tê axaftin û dema tê axaftin jî dibêjin gelo DEM Partî dê helwestek çawa bide nîşan. Helwesta diyar e, gelek jî zelal e. Di vî warî de divê bi raya giştî re jî fikar û guman çênebin. Daxwaza me helwesta me ji bo destûra bingehîn bi salan e em eşkere dikin. Em dibêjim em jiyaneke wekhev, birûmet û azad dixwazin. Ji bo vê jî Makezagonek nû hewce ye, ne guhertina makezagonê. Îro kesên ku desthilatdar in bi çi helwestê hatin? Gotin em ê welatekî demokratîk biafirînin, her kes dê wekhev û azad bijî. Va ye kiryarên we li holê ye. Berovajiya vê yekê derket holê. Pîvanên me xuya ne, di bernameya me de jî xebatên me hene, tişta ku em dikarin bi raya giştî re parve bikin ev in. Em dev ji pîvanên xwe bernadin, daxwaza me diyar e. Ew dixwazin me bikişînin nav hesabên biçûk. Em nakevin nav van hesabên biçûk. Em dibêjin em di destpêkê de dixwazin rê û rêbazên çêkirina makezagonê bibînin. Gelo kesên ku li vî welatî dijîn dê bikaribin fikr û ramanên xwe derheqê makezagonê de bibêjin. Rêya çêkirinê dê çawa çêbe? Naverok jî xuya ye. Wekhevî. Ji bo jiyanek hevpar divê bingeha wê makezagonê jî li ser wekheviyê bê avakirin. 

Divê em li dijî şerê taybet nexşerêyeke nû derxin

Mijarek din ya civîna me MYKê şerê taybet bû. Bi taybetî li heremê didome. Rojnamevanek li Colemêrgê derheqê çeteyeke tiryakê de nûçeyek çêkir. Piştî vê nûçeyê li şûna ku ev angaşt bê lêpirsîn, derheqê vê rojnamevanê de biryara binçavkirinê girtin. Avêtin bi ser mala wê de. Rabîa Onver nûçegihana ajansa Jinnewsê ye. Em dibêjin ji ber vê nûçeyê tenê beriya wê jî ev di rojeva me de bû. Em dikarin nexşerêyeke nû derxin. Em ê li hemberî kiryarên şerê taybet têkoşîna xwe bilindtir bikin. Bi çi nexşerêyê em dikarin vê rizandina civakê nehêlin kurtir bibe? Xisarên ku heya niha derketine holê bi çi awayî em dikarin van xisaran carek din ji holê rakin. 8 sal bi rêveberiya qeyûman herêmek hate îdarekirin. Bi vî rengî xwestin civakê birizînin. Niha ji holê rakirina kiryarên vê rizandinê ne ewqas hêsan e. Divê her kes xwe berpirsyar bibîne. 

Divê berpirsiyarên hikûmetê bersiva domandina tecrîdê bidin

Mijareke din derheqê Birêz Ocalan de Konseya Ewropayê stand. Em bi salan in dibêjin tecrîd wekî rêbazek ji bo neçaserekirina pirsgirêka Kurd tê bikaranîn. Ev yek ne heq e, hûn nikarin li hemberî tu kesî vê neheqiyê bidomînin. Konseyê jî tişta ku me digot cardin derxist holê. Em cardin bangewazî dikin li desthilatdaran, li Wezirê Karên Hundir, li Wezîrê Dadê dikin. Divê derheqê vê tecrîdê de ji raya giştî re tiştek bibêjin. Çima ev tecrîd didome? Çima Birêz Ocalan nikare bi parêzerên xwe re û hin kesên din yên ku dixwazin pê re hevdîtinan bikin bi wan re hevdîtinan bike? Tişta ku berê hatiye tecrubekirin çima paşve diçe? Ger hûn bixwazin rêya çareseriyê li ber pirsgirêka Kurd vebe yan jî deriyekî ronî vebe divê hûn vê tecrîdê ji holê rakin. Ji bo vê yekê di 13’ê Cotmehê de li Amedê dê mîtîngek bê lidarxistin. Li hemberî komploya navneteweyî li Amedê gelek kes dê bicivin. Em jî weke DEM Partiyê ji vir bangewazî dikin. Werîn di 13ê Cotmehê de li Amedê em bicivin. Em bibêjin li hemberî şer em çareseriyê dixwazin, çareseriyeke demokratik ji bo pirsgirêka Kurd. Ev ne tenê ji bo çareseriya pirsgirêka Kurd e. Her wiha nefesstandina ji bo vî welatî ye. Lewma werin em di 13ê Cotmehê de dengê xwe li Amedê bilind bikin. Em bibêjin dev ji tecridê berdin riya azadiyê riya jiyanek wekhev rêya jiyaneke serbilind vekin. Em ê 13ê Cotmehê li Amedê bin. 

Mijara hilbijartinê beriya niha jî hevserokên me dema qeyûmên Colemêrgê li wir diyar kiribûn. Em vê yekê nîqaş dikin. Derheqê vê yekê de MYKya me ji bo ku hin tiştan zelal bike dixebite, em ê derheqê vê mijarê de nexşerêya xwe bi raya giştî re parve bikin. 

26 Eylül 2024