Eş Genel Başkanımız Tuncer Bakırhan’ın 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanun Teklifi üzerine TBMM Genel Kurulunda yaptığı konuşma:
Sayın Başkan, siyasi partilerin sayın genel başkanları, çok değerli milletvekilleri hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bizleri ekranları başında izleyen değerli halklarımıza selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Yine cezaevinde haksız hukuksuz yere tutulan bütün yol arkadaşlarıma da buradan selam ve sevgilerimi gönderiyorum. Bugün Isparta’da yaşanan helikopter kazasında yaşamını yitirenlere Allah’tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum. Artvin’de de bir heyelan yaşandı. Orada yaşamını yitiren yurttaşlara Allah'tan rahmet, ailelerine başsağlığı diliyorum.
Değerli Milletvekilleri;
Ortadoğu’da tarihi anlara tanıklık ediyoruz. Suriye’de 61 yıldır iktidarda olan Baas rejimi dün itibariyle çöktü. Suriye halkı hem öncesinde hem de 2011 yılından sonra yaşanan iç savaşta büyük acılar, zulümler ve katliamlar yaşadı. Suriye, insanlık tarihinin medeniyet merkezlerinden biri olmasına rağmen baskı, zulüm, yok sayma, ölüm ve şiddetten bir türlü kurtulamadı. Bugün Suriye’de yeni bir döneme girme fırsatı var. Artık kin, öfke ve intikam duygularıyla değil demokratik bir düzen yaratma isteğiyle hareket etme zamanıdır.
Suriye’de demokratik bir yönetimin ülkeyi yönetmesini arzuluyoruz. Suriye’de kurulacak geçici hükümet, demokratik bir sürece geçişin hazırlıklarını yaparak bunu dünyaya deklare etmelidir. Suriye, Suriyelilerindir; Suriye halkının ortak iradesine bütün güçler saygı göstermelidir. Suriye’de yaşayan bütün halkların ve inançların hakları demokratik bir anayasayla güvence altına alınmalıdır. Suriye’de geçmiştekine benzer bir siyasal iktidara dönüşün yolu artık kapanmalıdır. Demokrasi, siyasal çözümün harcıdır.
Suriye’de Baas rejiminin devrilmesinden sonra atılacak her kurşun, iç karmaşayı büyütecek; Suriye’yi daha derin bir savaş ve istikrarsızlık adasına dönüştürecektir. Hızla ateşkes sağlanmalı, bitimsiz savaşların adresi olan yeni bir Lübnan veya Libya’nın ortaya çıkması engellenmelidir. 61 yıllık Baas rejiminin devrilmesinden sonra oluşacak psikolojik ve siyasal enerjinin, yeni fay hatlarını tetikleyerek hemen sınırımızda büyük bir karmaşa yaratması, Ortadoğu’nun ve Türkiye’nin istikrarsızlaşmasını getirecektir.
Suriye’nin yeni döneminde halkların bir arada yaşamı konuşulurken, Minbiç’e saldırmak Suriye ve Türkiye’de çözüm arayışlarını baltalama girişimidir. Bu bir akıl tutulmasıdır. Bundan vazgeçilmesi gerekiyor. Türkiye olan biten gelişmelerden azade değildir. Bu sebeple, AKP iktidarının Kürt kazanımlarına dönük yeni bir saldırısı, Suriye’de istikrarı başka bahara bırakacak ve Ortadoğu’daki ateşi harlayacaktır. AKP iktidarını, Suriye’ye dönük barış ve çözüm politikası yürütmeye ve Kuzey-Doğu Suriye Yönetimi ile diyalog içerisine girmeye çağırıyoruz.
Radikal selefi gruplardan Arap Alevilere, Dürzilere, Süryanilere, Hıristiyanlara, Kürtlere, Ermenilere, Türkmenlere, Çerkeslere yönelik herhangi bir saldırı olmaması için başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bölgede bulunan bütün güçlere büyük bir sorumluluk düşüyor. Suriye’nin geleceği, halkların ve inançların demokratik katılımıyla inşa edilmeli, ortak irade esas alınmalıdır.
Başta Türkiye olmak üzere dünyanın her bir yerinde yaşamak zorunda bırakılan ve ülkesine dönmek isteyen Suriyelilerin geri dönüşlerinin güven içinde gerçekleştirilmesi ve mal, sağlık ve yaşam güvencelerinin sağlanması için uluslararası kamuoyuna ve güçlere çağrı yapıyoruz.
Dünyada ve bölgede tarihsel kırılmaların yaşandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu tarihsel kırılmalar döneminde küresel istikrarsızlığı körükleyen çoklu çatışmalar hızla yayılıyor. 2025 yılına, başta ABD-Çin arasında artan jeopolitik gerilimler olmak üzere, küresel güvenlik ve askeri yarışın, iklim değişikliğinin, darbelerin ve göç hareketliliğinin gölgesinde giriyoruz. Siyasal ve sosyal açıdan birçok kıyamet fragmanı belirmeye başlıyor. Küresel güçlerin devasa tehditlere karşı çözüm üretmekte çaresiz kaldığı bir dönemi yaşıyoruz.
Ortadoğu’da tanık olduğumuz tablo bu dönemin özeti ve gerçeğidir. Genel tabloyu, ABD ve İngiltere istihbarat şeflerinin uluslararası bir gazete için kaleme aldıkları ortak makalede görmek mümkündür. Her iki şef “Dünya düzeni son 40 yıldan bu yana en büyük savaş tehdidi ile karşı karşıya” dediler. Neyin olacağını aslında itiraf ettiler? Avrupa güvenlik mimarisini ve küresel ekonomik dengeleri değiştiren Ukrayna Savaşı bütün yoğunluğuyla devam ediyor. Son NATO toplantısında Rusya açık düşman ilan edilmiş, savaşa kaynak artırımına gidilmiştir.
Afrika’dan Asya’ya, Amerika’dan Ortadoğu’ya birçok alanda sıcak savaşlar sürüyor. Sistemler ve değerler de değişime uğruyor. Egemenlerin tam tekmil “dibe doğru” yarış haline geçtiği bu dönemde, her şey adeta yeniden resetleniyor. Büyük güç rekabeti, jeo-ekonomik rekabet, dijital egemenlik, kültürel kutuplaşma, demokrasi ve otoriterizm şeklinde tezahür ediyor. Tüm ülkeler yeniden çok kutuplu dünyaya çekiliyor. Böylece tarafların oluştuğu, kamplaşmanın yükseldiği bir dönem hayal ediliyor. Tüm yaşananların sonucu olarak kültürel ve politik kutuplaşmalar üzerinden aşırı sağ popülizm güçleniyor. Göçmenlik, azınlık hakları, İslamofobi, cinsiyet ve kimlik politikaları gibi meseleler birer yönetim aracına dönüşüyor. Nefret ve ırkçılık üzerinden yönetimler tahkim ediliyor.
Birleşmiş Milletlere göre yükselen savaş ve şiddet, dünya çapında 160 milyon kişiyi yerinden etti. Demokrasi ile otoriterlik arasındaki mücadele, dünyanın her yerinde çatışmayla devam ederken, otoriter rejimler neden oldukları krizleri fırsat olarak tanımlıyorlar. Sonuç olarak tüm bu olay ve olguların cereyan ettiği yer Ortadoğu olmaktadır. Dünyaya ne söylediğiniz değil Ortadoğu’da ne yaptığınız belirleyicidir.
Küresel ve bölgesel güçler arasındaki sancıların bedelini maalesef Ortadoğu halkları ödüyor. Suriye’de bitmeyen çatışmalar, İran’daki teyakkuz hali, Irak’taki belirsizlik ve hepsinin ortasında İsrail’in saldırıları altındaki Filistin ve Lübnan var. Ortadoğu’da taşlar yerinden oynarken, Türkiye’nin bundan etkilenmeyeceğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bir yandan küreselde, diğer yandan Ortadoğu’da yaşanan gelişmelere bakıldığında, etrafımızı saran ve yaklaşan “büyük fırtına” görülmelidir. Hepimizi etkileme potansiyel olan bu yangından nasıl kurtulabiliriz? İşte siyaset bütün kurumlarıyla buna yoğunlaşmalı ve bir yol bulmalıdır. Bu yolu ortak bir akılla bulabiliriz. Bu fırtınadan, devlet aklı, onarıcı ve adaletli bir geçiş dönemiyle çıkabilir. Bu, evrensel bir çözüm yoludur. Ya toplumsal birlikteliğimizi, demokrasi, hak ve özgürlükleri güçlendireceğiz ya da bu ateş çemberinin büyüyerek bize doğru gelmesini bekleyeceğiz.
Dünyada paylaşım savaşları, Ortadoğu’da büyük çalkantılar yaşanıyor. Ortadoğu kimliğe dayalı gerilimler, ideolojik çatışmalar ve stratejik rekabetle sarsılıyor. Yüz yıllık düzen yeniden kurulurken, iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkeler sonuca doğrudan etki edecek. Tarih boyunca savaşta ordular yer alır ama kazanan iç barışı ve ekonomisi güçlü olan ülkelerdir. Bugün Türkiye, Ortadoğu’da yüz yıllık kırılmaların yaşandığı bu dönemde, ekonomi ve iç barış konusunda en kırılgan dönemini yaşıyor. Kırılgan ekonominin temel nedeni AKP’nin yanlış politikalarıdır. Emek ve sermaye, yoksul ve zengin, aç ve tok arasındaki uçurumu büyüten iktidar yüzünden toplumsal barış gittikçe imkânsız hale geliyor.
Yoksulluk sınırının 70 bin TL’yi geçtiği bu dönemde, 50 milyon insan yoksullukla mücadele etmeye çalışıyor. Bir yandan sadece bir haftada 1,5 milyar TL kredi takibe düşerken, diğer yandan bir haftada 1,5 milyar TL kazanç elde edenler var. Ekonomik iç barışın altına döşenen dinamit, günün sonunda büyük bir çürüme getiriyor. Sistem çürüdükçe toplumsal yaşam daha fazla zarar görüyor. Bir halkın belli kesimlerine yönelik yürütülen yoksullaştırma, yok sayma, inkâr politikaları bumerang etkisi gibi yönetim sistemine ve toplumun tümüne bir çürütme dayatıyor.
2025 Bütçesine baktığımızda sosyal yardım ve destekler için bütçeden ayrılan pay 651 milyar TL iken sadece faize ayrılan pay bunun 3 katı, yani 1 trilyon 950 milyar TL’dir. Şimdi bu bütçe yoksulun, işçinin, kadının, emekçinin, memurun, dezavantajlı grupların bütçesidir diyebilir misiniz? Elbette diyemezsiniz. 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçesi Teklifiniz bu çürümeyi büyütme pusulasıdır. Milyonlarca insan açlıkla mücadele ederken, kredi borçları ve icralar alıp başını giderken, esnaf siftah bile yapamazken teklif ettiğiniz bu bütçe sorunları derinleştirecektir.
Bu bütçe teklifinde büyük çoğunluğu aç, yoksul, işsiz halktan toplanan 12 trilyon 800 milyar TL gelir bekleniyor. Yoksulun ve emekçinin alın terinden alınan bu kaynak üç kıyak kesime aktarılıyor. Faize 1 trilyon 950 milyar TL; savaş ve güvenlik harcamalarına 1 trilyon 608 milyar TL; teşvik, istisna, muafiyet ve garanti ödeme adı altında sermayeye 3 trilyon TL aktarılıyor. Yani halkın bahçesinden toplanan 12 elmanın 6 buçuğunu faiz lobilerine, zenginlere ve savaş baronlarına aktarıyorsunuz. Geriye kalan 5 buçuk elmayı 85 milyon insan paylaşsın istiyorsunuz.
Öyle bir düzen ki, erkek egemen sistem toplumsal yaşamın kılcal damarlarına kadar etki ediyor. Özellikle iktidarın politikalarıyla ataerkil tahakküm her gün kadınlara sömürü, yoksulluk ve katliam dayatıyor. Dünyada yükselen sağ, erkek, cinsiyetçi siyaset rüzgarının yelkenleri en çok AKP iktidarı tarafından şişiriliyor. Kadın düşmanlığı, iktidar siyasetinin temel kodları olarak hayata geçiriliyor. Haksızlık, hukuksuzluk en çok kadınlara karşı uygulanıyor. Yoksulluğu en derinden kadınlar yaşıyor.
Siz yoksulluğun kökünü kazımıyorsunuz, aksine köklerini derinleştiriyorsunuz. Kurduğunuz sadaka düzeniyle halk yetinsin istiyorsunuz. Düşünün ki bir ülkede insanlar birbirine iyi haber olarak artık sadece marketlerdeki indirimleri söylüyor. Bu korkunç tabloya son vermenin yolu, güçlü iç barışın ve güçlü ekonominin kurulmasıdır. Türkiye halklarının daha fazla faiz ve savaş politikasına değil; güçlü bir toplumsal barış ve demokrasiye ihtiyacı vardır. Bunun yolu da gelir ve servet dağılımında adaletten, baronlar ve lobiler yerine yoksul ve emekçilerin esas alınmasından geçer. Bu yola girilmediği takdirde, ne yazık ki, 2025 yılı içerisinde yeni bir ek bütçe yapılmak zorunda kalınacaktır. Ek bütçe demek zaten sefalet içerisinde yaşayan halka yeni vergiler ve ek maliyetler getirmek demektir.
DEM Parti olarak en sonda söyleyeceğimizi en başta ifade edelim: Bu ülke hepimizin ortak vatanıdır. Bu ortak vatanda eşit ve özgür birer vatandaş olarak yaşayabilir; bütün halkların, inançların huzur ve barış içinde yaşayacağı bir yeni Türkiye’yi hep beraber kurabiliriz. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Araplar ve Türkmenler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının akrabaları, soydaşlarıdır. Bunlarla iyi ilişkiler kurulması uzun vadede bölge barışı için son derece önemlidir. Konjonktürel güç dalgalanmalarını ve dönemsel değişim zeminlerini bölgesel barış arayışlarının önüne koymak, orta ve uzun vadede bu topraklara ve halklara yapılmış en büyük kötülük olacaktır.
Türkiye, sınırları dışında yaşayan Kürtler ile hasımlık değil hısımlık yapmalıdır. Hasımlık Türkiye'ye kazandırmaz, hısımlık kazandırır. Suriye’de siyasal denklemin yeniden kurulacağı bir süreçte Kürtlerle diyalog, emin olun ki Türkiye’ye de büyük kazandırır. Türkiye, izleyeceği barışçıl politikalarla Ortadoğu’da örnek olabilir. Türkiye’nin sınırları dışındaki Kürtler, Türkiye için bir tehdit değil bir barış imkanıdır. Bunu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin değerlendirmesi gerekir. İnkâr ve dışlama bir siyaset olamaz, olmamalıdır. Ortadoğu’da barışın sağlanması adına bölgesel bir ittifak, sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşim şarttır. Bu konuda iktidarın atacağı adımlara her türlü desteği vermeye hazırız.
Bakın, Kürtler son 20 yılda demokratik çözüm için toplam 10 çözüm ve yol haritası sundu:
“Demokratik Çözüm Bildirgesi”,
“Kürt Sorununda Çözüm ve Çözümsüzlük İkilemi”,
“Demokratik Çözüm ve Barış”,
“Büyük Barış Çabası”,
“Özgür Birliktelik ve Barış Hamlesi”,
“Barış Planı”,
“Toplumsal Barış ve Demokratik Katılım Yasası”,
“Barış İçin Yol Haritası”,
“Yol Haritası”,
“Demokratik Kurtuluş ve Özgür Yaşam Süreci”
Bu başlıklar önerilen çözüm projeleridir. Bu çözüm metinlerinde bugünkü tüm krizler için reçeteler bulunmaktadır. Hepsi devletin arşivlerinde mevcuttur. Maalesef bu çözüm fırsatları değerlendirilmedi, dikkate bile alınmadı. Aksine, Kürt meselesini çözümsüzlüğe sevk eden bastırma raporları hazırlandı.
Bakın, sadece bizim değil devletin de Kürt hafızası çok canlı ve süreklidir. Bugüne kadar hazırlanan raporlarını bazılarını hatırlatalım:
Abdulhalik Renda Raporu,
Cemil Uybadın Raporu,
Hamdi Bey Raporu,
Ali Cemal Bardakçı Raporu,
Şark Islahat Planı Raporu,
Şükrü Kaya Raporu,
Hüseyin Alpdoğan Raporu ve daha adını sayamadığım onlarca rapor Kürt sorununun inkârı için yazıldı.
Yani Kürtler çözüm için yol haritaları ve raporlar hazırlarken, maalesef Kürtleri inkar eden raporlar hazırlanıyor. Peki, sormak istiyorum: Bu raporların hangisi başarılı oldu? Bu raporlar sorunu büyütmenin dışında bir işe yaradı mı, ne işlev gördü? Hep birlikte yaşıyoruz ve şahidiz.
Bakın, bu ülkenin hafızasında inkarın dışında çözüm arayışları da var. Bu çözüm arayışlarına sahip çıkmak gerekir. Devlet 93’te Özal üzerinden temasta bulundu. 96’da Başbakan Necmettin Erbakan temas kurdu. 97’de Genel Kurmay doğrudan ilişki kurdu. 99’da Genel Kurmay devlet tarafından yüz yüze temas kurdu. 2000-2005 yılında askeri kanat sürekli görüşme yaptı. 2005’ten sonra da 2010 ağırlıklı olmak üzere yürütme erki görüşmeler yaptı. 2013-15 arasında yaşanan süreç, Dolmabahçe Mutabakatı gibi tarihi bir noktaya geldi. Yani 93’ten bu yana onlarca çözüm şansı doğdu. Bu imkanlar maalesef barışa evrilmedi. Barış imkânı her ıskalandığında, maalesef inkâr devletin resmi dili olmaya devam etti.
Bir tarihsel anekdot aktarayım. 1964 yılında Meclis’te kürsüye çıkan Adalet Partisi Edirne Milletvekili İlhami Ertem “Türkiye’de hiçbir iktidar doğu ve batı ayrımını yapmamıştır” deyince emekli milletvekili Mustafa Remzi Bucak kendisine bir mektup yazar ve şöyle der. “Birkaç safdili aldatabilirsiniz ama tarihi asla” der. Biraz önce çıkıp konuşan arkadaşlar da yine benzer bir ayrımın olmadığını söyledi. Ancak ne bizi ne de tarihi asla aldatamazsınız.
60 yıl önce söylenen sözün aynısını bu kürsülerden halen duyuyoruz. Peki, yok demekle sorun çözüldü mü? Ayrım yok demekle sorun ortadan kalktı mı? Cumhuriyet yüz yıldır Kürt meselesinde patinaj yapıyor. Bütün dünya yüz yıl öncesinden bambaşka bir yere evrildi. Ama bu akıl, yüz yıldır bir arpa boyu yol alamadı. Kürtler yüz yılda çok değişti, çok dönüştü. Peki, siz neden bir milim değişmiyorsunuz? Yine ortada çok basit bir soru var: Kürt sorununun barışçıl ve demokratik bir şekilde çözümünden yana mısınız, değil misiniz? Bunu gerçekten Türkiye hakları merak ediyor.
Meşhur hikayedir. 1950’lerde Kahire Radyosu ilk Kürtçe yayına başlayınca Türkiye Büyükelçisi apar topar devlet erkanına çıkıp Kürtçe yayın yapamazsınız der. Bunun üzerine yetkililerin “Türkiye’de Kürtler var mı?” sorusuna “Yok” deyince. “Madem Kürt yok, o zaman neyi sorun yapıyorsunuz?” cevabını gülerek verir. Bunun üzerine Büyükelçi sessiz sedasız ayrılır konuşmadan.
İşte Kürt sorununu inkâr, Kürtlerin haklarını inkâr bu çağda sizi sadece gülünç duruma düşürür. Dünya halklarının tanıdığı, IŞİD karanlığına karşı aydınlığın sembolü olan ve bin yıldır ortak kader etrafında yaşadığınız bu halkı inkâr etmeniz sizleri tarif edemediğimiz durumlara sokar.
Biz bu mesele demokratik yollardan çözülsün, bu tarihi hatadan dönelim dedikçe, derdest edilmekle tehdit ediliyoruz. Diyalog dedikçe tüm çalışanlarımız tutuklanıyor. Belediye alıyoruz, zoraki el konuluyor. Seçilmişlere saygı diyoruz, kayyım yoluyla milyonların onuruyla oynanıyor. Böylesi bir gerçekle karşı karşıyayız.
Yüz yıllık hafızası olan ve hayatını şiddet, açlık ve göç yollarında harcamış, yakınlarını kaybetmiş bir Kürt düşünün. Çatışmalı süreçte çocuğunu kaybetmiş bir Türk düşünün. Bu Kürt, bu Türk hala barış istiyorsa, yapmanız gereken, bu insanların uzattığı barış eline sopayla vurmak değildir. Yapmanız gereken, bunca acıya rağmen barış istiyor diye önünde bu insanların önünde saygıyla eğilmek ve gerekeni yapmanızdır. Biz tüm yaşamımız, hafızamız, mücadele geleneğimizle buradayız. Biz barıştan yanayız. Zapatista’ların dediği gibi “Ayaklarımız tarihin çamuruna batsa bile başımız aydınlık yarınlara bakıyor!”
1 Ekim’den itibaren Sayın Bahçeli’nin başlattığı tartışmaları olumlu ve önemli gördüğümüzü belirttik. Türkiye’nin barışı için elimiz açık dedik. Biz DEM parti olarak bu konuda üzerimize düşen sorumluluğu yerine getirmeye varız. Muhalefet partilerinin büyük çoğunluğu demokratik çözüm ve barış konusunda çok kararlı bir biçimde irade ortaya koydu. Belki ilk defa büyük bir ortaklaşmaya şahitlik ediyoruz. Bu oldukça kıymetli bir tutumdur, tarihi bir fırsattır. Bu fırsatı heba etmeyelim. Türkiye’nin gerek Filipinler-Moro başta olmak üzere dış dünyadaki deneyimleri gerekse de 1993’ten bu yana içerideki barış arayışları kapsamlı bir barış külliyatı oluşturmuştur.
Yine ana muhalefet partisinin hem 90’lardaki Kürt raporları hem de bugünkü tutumu çok önemlidir. Ana muhalefette de önemli bir çözüm hafızası bulunuyor. Aslında bu birikimle birlikte Kürt meselesinin çözümüyle ilgili külliyat oluşmuştur. Teşhis konulmuş, reçete yazılmıştır, şimdi barış zamanıdır.
Bulunduğumuz bölgede emperyalistlerin halkları birbirine kırdırma politikasına karşı Türk-Kürt ittifakını demokratik bir zemine çekerek barış ve kardeşlik projesini başlatmamız gerekiyor. Bugün tarihi Türk-Kürt ittifakının test alanı Rojava’dır. Rojava’da Kürt’ün kazanımlarını kendisine düşman olarak gören anlayış, bu tarihi ittifaka en büyük zararı verir.
Gelin Qamişlo’dan, Kobanî’den Ankara’ya tarihi birlikteliği eşit ve adil temelde yeniden kuralım. Bu konuda iktidara bir görev düşmektedir. Özellikle Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’a yapıcı bir görev düşüyor. Sayın Erdoğan; Kürt meselesi, Türkiye’nin çözüm bekleyen en tarihsel meselesidir. Bu meseleyi çözerek tarihe geçme fırsatı sizlerin önünde beklemektedir. DEM Parti olarak bu konuda üzerimize düşeni yapacağımızı Meclis huzurunda bir kez daha ifade etmek istiyorum. Meclis bir çözüm ile anılmalı ve yüzünü başka yere çevirmeden “Ankara Çözümünü” sunmalıdır. Şayet Ankara Vizyonu varsa, Ankara Çözümü de olmalıdır. Eğer gerçek ve köklü bir çözüm arayışında samimiysek, bu çözümü dışarıda değil Türkler ile Kürtlerin ortak geçmişinde ve geleceği birlikte inşa kararlılığında bulmalıyız. Başka ülkelerin başkentlerinden güç devşirmekten kaçınılmalı. Bu kritik süreçte fırsatçılık arayışına girmek kimseye kalıcı bir çözüm sunmaz.
Değerli Milletvekilleri;
11.yüzyılda, 16. yüzyılda ve 20. yüzyılda Türkler ile Kürtler tarihin en kritik kavşaklarında ittifaklar yapmış, birlikte hareket etmişlerdir. Malazgirt Savaşından beri olan bin yıllık tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyabiliriz. Gelin, Malazgirt ruhundan Eşme ruhuna uzanan tarihsel ittifakı hep beraber yeni yüzyıllara taşıyalım. Yüz yıldır başkaldırı-bastırma ikileminde acı dolu bir tarih yaşadık. İnsanlar öldü, göç yollarına düşürüldü, köyler yakılıp yıkıldı. Ekonomik kaynaklar şifa getirmek yerine dert getirmeye kullanıldı. Bin yıl boyunca kazandıran “ortak kader” düşüncesi, geçen yüzyılda kaybettiren bir inkarla karşılandı. Yüz yıldır geriye gidiyoruz. Kazandığımız hiçbir şey yok ama kaybettiğimiz canlarımız, ekonomik kaynaklarımız var. Bu yüzyıllık parantezi kapatmak, başkaldırı-bastırma ikileminden kurtulmak için hızlıca adım atmalıyız. Türk-Kürt ittifakında kazan-kazan siyasetini esas alalım, kader ortaklığımızı güçlendirelim. Türkler ile Kürtler arasındaki bin yıllık birliktelik bir tesadüfün değil, ortak bir kader birliğinin sonucudur. Bu birliktelik mecburiyetin değil, gönüllü bir dayanışmanın ve tarihsel bir ittifakın ürünüdür.
Bugün, bu köklü bağların ışığında, dönemsel fırsatçılıkların ve paranoyaların ötesine geçerek, geleceği birlikte kurgulamak zorundayız. Bugün iktidar aklı, hala sınır güvenliği paranoyasını gidermek için sonuç üretmeyen çabalar içerisindedir.
Sizi 500 yıl öncesine götürelim. Kanuni Sultan Süleyman Kürtlerle birlikte yaşamayı hem sınırların hem imparatorluğun güvencesi olarak gördüğünü ifade etmiştir. 500 yüz yıl önce çizilen reçete, bugün hala geçerlidir. Bugün Türk’ün güvenliği Kürt’le eşit ve demokratik bir yaşam kurmasından geçer. Bölgesel karmaşadan korunmanın temeli, eşitlik ve demokrasiyle güncellenmiş bir Türk-Kürt ortaklığıdır. Önemle altını çizmek isterim ki Kürtleri eski Kürt olarak gören, onları yönetme sevdası ile yanıp tutuşanlar bir yanılgı yaşıyor. Bu yanılgı herkes için bir yenilgidir.
Böylesi bir yanılgıda ısrar, tarihi Türk-Kürt ittifakına büyük zararlar verecektir. Türkiye Cumhuriyeti bu ülkede yaşayan bütün vatandaşların olduğu gibi Kürtlerin de kendini ait hissedeceği bir devlet olmalıdır. Devletten beklentimiz, tüm vatandaşları ayrımsız kucaklayan, farklılığını kabul eden demokratik ve kapsayıcı bir kerim devlet olmasıdır. Gerçek ve demokratik Türkiye böyle inşa edilir. Gerçek Türkiyelilik kimliği de bu değerler etrafında oluşturulur.
Geçmişteki hatalardan ders çıkarmak ve bu hatalar üzerinde ısrar etmemek zayıflık değil, gerçek bir olgunluk göstergesidir. Bu yaklaşım, yalnızca tarihsel ittifakımızı derinleştirmekle kalmaz, aynı zamanda barışı güçlendirmek ve kalıcı bir uzlaşıyı inşa etmek için de sağlam bir zemin oluşturur.
İşte bu sağlam zemine sigorta sunan bir açıklama İmralı’dan geldi. Sayın Abdullah Öcalan “Tecrit devam ediyor” dedi ama peşinden de “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” dedi. İktidara soruyoruz? Çözüm konusunda teorik ve pratik gücünüz var mı? Bu soruyu günlerdir tüm Türkiye merakla bekliyor.
Madem derdiniz Kürt meselesini çözmek ve bunun adresi olarak Öcalan’ı gösteriyorsunuz. Bu doğru bir tercihtir. O halde neden İmralı’nın kapılarını kapalı tutmaya devam ediyorsunuz? Neden barışa tecrit uyguluyorsunuz? Barışta ısrar etmek, toplumsal dayanışmayı büyütmek ve geleceğimizi kardeşlik temelinde inşa etmek hem bugünü anlamlandırmanın hem de yarınları kurtarmanın en doğru yoludur.
Türkiye’nin bütün vatandaşlarının barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı ülkeyi demokratik bir anayasayla kurabiliriz. İkinci yüzyıla herkesi kapsayan bir anayasa ile girebiliriz. Konuşmama son vermeden önce önemli bir çağrıda bulunmak istiyorum: 2025 yılında, Cumhuriyetin 103. yılında yeni bir başlangıç yapabiliriz. Bu Meclis, Demokratik Cumhuriyetin kuruculuğunu üstlenme şansına sahiptir. 85 milyonun kendisini ait hissedeceği bir ülkeyi var etme onuru bu Meclis’e ait olsun. Yüz yıldır bu toprakların hasret kaldığı, yerle göğü dolduran barış sesini duymanın zamanıdır. Ufukta asılı duran barışı bu topraklara indirmenin zamanıdır. Bu duygularla hepinizi selamlıyorum. Ekranları başında bizleri izleyen tüm halklarımıza selam, sevgi ve saygılarımı yolluyorum.
9 Aralık 2024