Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, TBMM Genel Kurulunun 2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu kapanış oturumunda konuşma yaptı. Koçyiğit, şunları söyledi:
Başta Kobanî Kumpas Davasında tutuklu olan Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere, Selçuk Mızraklı, Leyla Güven, Semra Güzel, Ayşe Gökkan, Bekir Kaya, Selçuk Mızraklı, Sevtap Akdağ, İlknur Birol arkadaşlarımızı, Can Atalay şahsında tüm Gezi tutsaklarını, iktidarın tutumunu eleştirdiği ve Filistin halkını savunduğu için tutuklanan gençleri ve eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bedelini zindanlarda direnerek ödeyen tüm siyasi tutsakları selamlıyorum.
Yine temel hak ve özgürlükleri için sokakta, fabrikada ve tarlada direnen emekçi halklarımızı, kadını yok sayan politika ve uygulamalara karşı bir adım geri atmadan yaşamları, hakları ve özgürlükleri için direnen kadınları, geleceksizlik ve umutsuzluk dışında seçenek bırakmayan iktidara karşı yaşamı ve hakları için kararlılıkla her gün mücadele eden gençleri en içten dileklerimle selamlıyorum. Bütçe sürecinde emek veren tüm Meclis emekçilerine ve danışmanlarımıza da ayrıca teşekkür ediyorum.
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri;
Türkiye’yi demokrasiden, eşitlikten ve adaletten daha fazla uzaklaştıracak bir bütçe teklifini görüşüyoruz. Halktan alan ama halka geri vermeyen, halkın vergilerinden oluşan büyük kaynağı iktidarın kaymağına dönüştüren bir bütçedir bu. Bu bütçede ne ekmek var ne de adalet. Halkın payına düşen ise yine yoksulluk, yine sefalet. Bu bütçe halk için yokluk bütçesi, iktidarınız için ise varlık ve servet bütçesidir. Adil gelir dağılımı, sosyal adalet ve refah bu bütçenin neresinde? Okula aç gitmek zorunda kalan çocuklar, çocuklarının cebine harçlık koyamayan anne-babalar, sefalet ücretiyle ayın ortasını bile getiremeyen milyonlar, umudunu yitirdiği için iş aramaktan vazgeçerek bu ülkeyi terk etme arayışı içerisine giren gençler, yaşam güvenliği tehdit ve tehlike aldığında olan kadınlar, grevi yasaklanan emekçiler bu bütçenin neresinde?
2024 Bütçesi halkın, işçinin, emekçinin, emeklinin, dar gelirlinin, kadınların ve gençlerin hiçbir sorununu çözmedi. 2025 Bütçesi de sorunları çözmek yerine daha da ağırlaştıran bir bütçe olarak karşımızda durmaktadır. Halk aç yatarken bu sistemin sahipleri ve çevresi tok kalkıyorsa, ortada büyük bir kriz var demektir. Bu krizin sonucunda da Türkiye’de gelir eşitsizliği her geçen gün daha da artmaktadır. Öve öve bitiremediğiniz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile ekonomik göstergeler tarihin en kötü seviyelerine ulaştı. 2024 yılında Dünya Sefalet Endeksinde 5. sıraya düşen Türkiye, gıda enflasyonunda dünyanın ilk 5 ülkesi arasında. OECD ülkeleri içinde ise yüzde 45’lik enflasyon oranıyla açık ara birinci sıradayız. OECD ortalaması ise yalnızca yüzde 3,7.
İstatistiklerle “şöyle büyüyoruz”, “milli gelir şöyle artıyor” demenizin hiçbir karşılığı yok. Uydurulmuş rakamlardan oluşan matematik sizi kurtarmaz. Sosyolojiye bir bakın, toplumsal psikolojiye bakın. Karınlarını doyurmak için umutlarını yiyen insanlara bir bakın. Sokaklarda yürüyen insanların yüzü gülüyor mu, gülmüyor mu? İnsanlar yarınlarına güvenle bakabiliyor mu, bakamıyor mu? Bu soruların cevabını aramanız gerekiyor. Çünkü ölçü tam budur. Daha doğmamış çocukları borçlandırdınız.
Türkiye çocuk yoksulluğunda AB’de birinci, OECD’de ikinci sırada. 5 çocuktan biri aç olarak okula gidiyor. Siz burada bütçeye evet oyu verirken binlerce çocuğun yatağa aç gittiğini, sabah okula beslenme çantası götüremediğini acaba biliyor musunuz? Siz ellerinizi kaldırırken yoksulun tenceresinin kaynamadığını gerçekten görüyor musunuz, biliyor musunuz? Aile Bakanlığı verilerine göre 4 milyon hane yardıma muhtaç durumdadır. Bu, yaklaşık 15 milyon yurttaş anlamına geliyor. Sosyal refahı değil muhtaçlığı arttırdınız. Yoksulluk sınırı 70.000 TL, açlık sınırı ise 22.000 TL’ye ulaşmışken, asgari ücret sadece ve sadece 17.002 TL, en düşük emekli maaşı ise 12.500 TL! Yaklaşık 4 milyon emeklinin kök maaşı ise 10.000 TL’nin altında! İşte bu tablo, yanlış ekonomi politikalarınızın ve tercihlerinizin bir sonucudur. Çünkü ekonomi politikanızın merkezinde insan, doğa, yaşam, sosyal adalet yok. Ne var? İhale var, birilerini ihya etme var. Bir avuç insanın şatafatı için milyonların sefaleti var. Halka yaşam garantisi yok ama yandaşlarınıza ve müteahhitlerinize bolca dolar garantisi var, Hazine garantisi var.
Bu politikanızın sonucunda sermaye giderek büyürken, emek ise küçülüyor. Emeğin milli hasıladan aldığı pay sürekli geriliyor. İşsizlik Fonuna dahi göz diken bir anlayışınız var. Fonu işsizlere değil patronlara tahsis ettiniz. Önerimizdir: Fonun adını değiştirin, sermayeye ve yandaşa kıyak fonu yapın. Her koşulda sermaye hep kazanan olurken, emekçiler ise sürekli kaybeden taraf oldu. Sizin açınızdan kasa hep kazanıyor. Enflasyonu düşürmek için “acı reçete” sürekli halka yazılıyor. Tüm yük ücretlilerin ve emeklilerin omuzlarına yıkılmaktadır. Şerbeti siz içiyorsunuz, baldıran zehrini de halka içiriyorsunuz. Bu reva mıdır, hak mıdır? Adalet bunun neresinde? Vergilerle ve zamlarla yurttaşın canına okurken, yandaş şirketlerinizin borçlarını bir bir affettiniz. Teşviklerle ve kredilerle yandaşlarınızı ihya ettiniz. Bugün milyonlarca insan tarihin en büyük borç ve haciz kıskacında çırpınıyor. Kitabını yazdığınız ekonomi ortada. Şimdi gidin sokaklardaki umutsuzluğun ve sefaletin filmini çekin!
Bugün halkın en önemli gündemlerinden biri asgari ücrettir. Seçim sürecinde yılda iki kez asgari ücrete zam yaparken, seçim sonrası bunu teke indirdiniz. Bu, iktidarın emekçileri değil kendi siyasi hesaplarını gözettiğini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Sizin derdiniz seçim, halkın derdi ise geçimdir. Halkla aranızdaki uçurum bu kadar büyüktür. Bugün asgari ücret genel ücret haline getirilmiş, milyonlarca aile bu ücretle yaşamaya mahkûm edilmiştir. Sene başında belirlenen 17.002 TL’lik asgari ücret, yüksek enflasyon nedeniyle reel olarak 12.000 TL’ye kadar gerilemiş ve açlık sınırının altında kalmıştır. Siz bu ücretle bırakalım bir ayı, bir gün ayakta durabilir misiniz? Buradan söylüyoruz: Gelin asgari ücreti en güncel yoksulluk sınırının yarısı oranında artırın. Asgari Ücret Tespit Komisyonu demokratik, katılımcı ve çoğulcu bir yapıya kavuşturulmalıdır. Sendikal temsiliyet artırılmalı, asgari ücret cumhurbaşkanının lütfuyla belirlenen bir rakam olmaktan bir an önce çıkarılmalıdır.
Buradan, tüm baskılara ve ağır çalışma koşullarına rağmen madenlerde, fabrikalarda ve işyerlerinde hakkını savunan, direnen tüm işçileri ve emekçileri selamlıyorum. DEM Parti olarak yanınızdayız; mücadeleniz mücadelemiz, sözünüz sözümüzdür.
Evet, bu bütçede kadınlar yok, kadının adı yok. Kadınlar ayrımcılığın, yoksulluğun ve şiddetin en ağır yükünü taşımaya devam ediyor. Kadına yönelik şiddetle etkin mücadele edilmiyor, yasa uygulanmıyor. Kadınlar koruma altında öldürülüyor, 6284 esnetiliyor, tazyik hapsi uygulanmıyor. İstanbul Sözleşmesinden çekilmenin bedelini kadınlar yaşamlarıyla ödüyor. Şüpheli şekilde hayatını kaybeden Rojin Kabaiş’in kaybedilmesinin ve katledilmesinin üstünün kapatılması gibi örnekler aslında iktidarın bu alandaki yetersizliğini açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor. Kadınlar evlerinde, sokaklarda ve işyerlerinde güvende değilken, sığınma evleri ve ŞÖNİM gibi güvenlik mekanizmalarının yetersizliği iktidarın şiddetle mücadelede sınıfta kaldığını açıkça gösteriyor. İktidarın kadın düşmanı politikalarıyla birleşen ekonomi politikaları yüzünden kadınlar yoksulluğu da işsizliği de iliklerinde hissediyor. Bütçede kadınlara ayrılan kaynaklar "aile" vurgusunun gölgesinde kalıyor. İktidar, kadınların kazanımlarına göz dikiyor, eş başkanlık sistemini bertaraf ederek kayyım politikalarıyla kadınların örgütlü mücadelesini hedef alıyor.
Kadınların yönettiği belediyelerin açtığı destek evleri, sığınma evleri, ALO şiddet hatları ve kreşler birer birer yok ediliyor. Buna karşın biz tüm alanlarda toplumsal cinsiyete duyarlı bir bütçeleme yaklaşımını hayata geçirmek için canla başla çalışıyoruz. Erkek egemen sistem, baskı ve cezasızlık politikalarıyla erkek şiddetini teşvik ederken; biz kadınlar, bu düzeni değiştirmek için direnmeye devam ediyoruz. İpek Er’den Gülistan Doku’ya, Pınar Gültekin’den Hande Kader’e kadar şiddet gören ve katledilen kadınların hesabını sormak tarihi bir sorumluluktur. "Jin, Jiyan, Azadî " diyerek ve özgürlüğe, eşitliğe ve dayanışmaya olan inancımızla mücadeleye devam ediyoruz.
Kadın özgürlüğü ve feminist mücadele, bu ülkede en güçlü ve yıldırılamaz dinamik olmaya devam edecektir. Erkek devletin tüm baskılarına karşı kadın dayanışması kazanacak. İstanbul Sözleşmesini feshederek kadınları durdurabileceğiniz yanılgısına kapılabilirsiniz. Ancak kadınların mücadele sözleşmesini, “Jin Jiyan Azadî” sözleşmesini asla durduramayacaksınız!
Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri;
Adalet üretmeyen bu bütçe tabii ki mevcut sistemin bir ürünü olarak karşımızdadır. Bütçeniz, yönetim sisteminizin bir röntgenidir. Kuvvetler ayrılığı dengesini ortadan kaldırarak yasama, yürütme, yargı başta olmak üzere bütün gücü kendisinde toplayan ve yurttaşı hakları ve kazanımlarıyla birlikte daha da güçsüzleştirip muhtaçlaştıran Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin yarattığı çoklu krizleri hep birlikte yaşıyoruz. Güçlü demokrasi, gerçek adalet, hukukun üstünlüğü, herkesi kapsayan bir özgürlük anlayışı sisteminizin neresindedir? Yeni sistem dediniz, ancak hukukun üstünlüğünde, insan haklarında, demokratik standartlarda, düşünce ve basın özgürlüğünde Türkiye’yi uluslararası raporlarda son sıralara yerleştirmeyi başardınız.
Dış politikanızdan Kürt kazanımlarını hedef alan planlarınızı çıkardığımızda geriye bir dış politikanız kalmaz. İç politikanızdan yasakları, hukuksuzlukları, kayyımları ve kumpasları çıkardığımızda bir iç politikanız kalmaz. Ekonomi politikanızdan yandaşları zengin etmeyi, israfı, yolsuzluğu, talanı, faizi ve rantı çıkardığımızda geriye bir ekonomi politikanız kalmaz.
Yargı sisteminizden özel ve istisnai hukukunuzu, siyasi yargılamalarınızı çıkardığımızda geriye bir şey kalmaz. Sisteminizin özeti tam da budur. Oysa vesayeti ve statükoyu kaldıracağınızı söylemiştiniz. Ancak onun yerine yargı vesayetinizi, kayyım vesayetinizi, siyasi vesayetinizi koydunuz. Toplumu adeta kuşattınız. Parlamento üzerinde de yürütmenin vesayetini kurdunuz.
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, iki gün önce bu kürsüde konuşurken, “Geçmişte bu ülke, halktan yetki ve rıza almadan yönetme hakkını kendinde gören topluluklar gördü” dedi. Buradan sormak istiyorum: Vesayet bittiyse kayyımlar hangi halktan yetki aldı? Hangi halktan rıza aldı? Var mı bir cevabınız? Sayın Cevdet Yılmaz yine şu kürsüde konuşurken “Meclis’teki milletvekili arkadaşlarımızın yaklaşık yüzde 45'i bütçe müzakerelerine doğrudan söz alarak katkıda bulunmuştur” dedi. Yine soruyorum: Bizlerin, muhalefetin sunduğu katkının, yaptığı önerilerin tek bir tanesini dikkate aldınız mı? Şu bütçede bir virgül değişti mi? Parlamentonun etkisini ve gücünü giderek zayıflattınız. Denetim yetkisini ortadan kaldırdınız. Atanmış bakanlarınızın muhalefetin eleştirilerini ve önerilerini yok sayan kibirli yaklaşımları, seçilmiş iradeye, siyasal muhalefete ayar verme çabası ve pervasız çıkışları bu vesayet ilişkisinin özetidir. Oluşturduğunuz yürütme sisteminin halkla, halk iradesiyle, seçimle, sandık iradesiyle, emekçiyle, hak arayanlarla ve demokratik siyasetle gerçekten bir sorunu var.
İstiyorsunuz ki herkes biat etsin, hiç kimse itiraz etmesin, sesini yükseltmesin, eleştirmesin, hak talep etmesin. Dikensiz bir gül bahçesi arıyorsunuz ama öyle bir dünya yok! Bu hayaliniz asla gerçekleşmeyecek. Yanlışlarınız karşısında toplumsal itirazlar da yükselmeye devam edecek. Bu da böyle biline! Her defasında yurttaşa, siyasal ve toplumsal muhalefete yasaları hatırlatan sizlersiniz. Ama söz konusu iktidarınızın siyasal öncelikleri olduğunda AYM ve AİHM kararlarını tanımayan, takmayan, Anayasayı rafa kaldıran, yargıyı siyasallaştıran, kendi emrine sokan da yine sizlersiniz. Hukuk devleti ilkesini yerle yeksan ettiğiniz gibi sosyal devlet ilkesini de ortadan kaldırdınız. Depremde, yangında, selde, afette ve pandemide bunu gördük. Halkı kendi çaresizliğiyle baş başa bıraktınız. Önceliğiniz hep iktidarınız, yandaşlarınız, holdingleriniz oldu. Sistemi şirketleştirdiniz, şirketlerinizi sistemleştirdiniz. Bu hakikatle ve pratiğinizle yüzleşmeniz gerekir. Bu ülkeyi nasıl bu hale getirdik diye kendinize sormanız gerekir.
İçinde bulunduğumuz ikinci yüzyılın tarihsel sorumluluğu, Cumhuriyeti güçlü demokrasiyle, gerçek adaletle, kalıcı onurlu barışla ve hak temelli eşit yurttaşlıkla buluşturmaktır. Ülkeyi krizlerden çıkaracak yol haritası budur. Halka ve ülkeye asla kazandırmayan yolunuzu da haritanızı da değiştirmekle karşı karşıyasınız. Değişimden ve dönüşümden kaçamazsınız. Değişmeyenin bir bir aşıldığı bir çağda yaşıyoruz. Bu gerçeği hiç kimse göz ardı edemez, etmemelidir.
Sayın Milletvekilleri, Değerli Halklarımız;
Dünyadaki savaşların ve toplumsal çatışmaların temelini ulus-devlet modeli oluşturmaktadır. Ulus-devlet, organize bir sömürü düzeni ve şiddet tekeli demektir. Çünkü ulus-devlet modeli toplumsal çeşitliliği, renkliliği ve farklılıkları tekçiliğe indirgeyen ve toplumsal gerçekliği tek bir potada eritmeyi hedefleyen bir modeldir. Türkiye’de de 100 yılı aşkın bir süredir farklı kimlik, inanç ve kültürler inkâr edildi. Başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere, farklılıklara karşı tekleştirici politikalar uygulandı. Kadınların özgürlük mücadelesi büyük baskılarla karşılaşmış, işçi sınıfının mücadelesi ve sendikal örgütlenmelerine askeri darbeler dahil olmak üzere şiddetle karşılık verilmiştir.
Bakın sadece bir örnek vereceğim. Alevilerin bu ülkede eşit yurttaşlık talebi sürekli reddedilmekte, cemevlerinin ibadethane statüsü tanınmamaktadır. Alevi, Êzidî, Hıristiyan ve Musevi inancında veya herhangi bir inancı olmayan tüm yurttaşların ortak vergileriyle finanse edilen Diyanet, toplumun sadece belirli bir inanç kesimi için çalışmaktadır. İnançları tekleştirmeye çalışan bir politikanın varlığı, bu tekçi ulus-devlet sisteminin yapısal sorunu olarak karşımızda durmaktadır.
Alevileri ve cemevlerini kontrol altına almak için Kültür Bakanlığına bağlı Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığını kurdunuz. Çözümünüz gerçekten bu mudur? Bir inancı siyasi iktidarın güdümüne sokmaya çalışmak çözüm müdür? Oysa Aleviler hiç kimseden sadaka veya lütuf beklemiyor. Alevi toplumunun tek beklentisi, gasp edilen eşit yurttaşlık haklarının bir an önce teslim edilmesidir. Bütün inançların, kimliklerin ve kültürlerin talebi eşit yurttaşlık ve özgürlüktür. Artık bunu görmeniz ve kabul etmeniz gerekir. Tekçilik politikasıyla farklılıkları tekleştiremezsiniz. Kürtleri kendi kimliğinden, Alevileri kendi inancından, farklı tüm kimlikleri kendi kültürlerinden kopartamazsınız. Tek kimliğe, tek inanca indirgeyemezsiniz. Baskı ve şiddet politikası “devletin ulusunu” bir arada tutamaz, toplumsal barışı ve birlikteliği sağlayamaz. Halklar demokratik ulusun içerisinde kendini o toprağa, o göğün altına ait hissettiği sürece bütünleşir. O aidiyeti sağlamanın tek yolu da yurttaşın kendi kimliğiyle kendisi gibi var olup yaşam kurabilmesini sağlayabilmektir. Bundan korkulmaması gerekir. Ancak böyle vatan ortaklaşır, ancak böyle Cumhuriyet demokratikleşir. Ancak böyle bir arada yaşanır. Ancak böyle ortak gelecek tahayyülü kurulabilir. Çözüm, ulus-devletin tek tipleştirici pratikleri karşısında yer alan ve demokratik, eşit, özgürlükçü, çoğulcu ulus gerçeğine dayanan demokratik ulus paradigmasını hayata geçirmekten; tüm farklılıkları tanıyarak onları güvence altına alan ve farklılıkları devlet ve toplum için tehdit olarak değil zenginlik olarak gören bir anlayışı geliştirmekten geçer. İşte bu demokratik gelecek ancak Cumhuriyetin de demokrasiyle buluşmasıyla mümkün olacaktır. Dışlayan değil kapsayan, inkâr eden değil ikrar eden, ayrımcılık yapan değil eşitlikte birleştiren bir demokratik sistem ve yeni bir toplumsal sözleşme bu toprakların, halklarımızın, hepimizin hakkıdır.
Değişmesi gerektiğini söylediğimiz sistemin yarattığı toplumsal yıkımların ve acıların en yoğun yaşandığı aylardan birindeyiz. Aralık ayı, bu toplumun belleğinde derin izler bırakan Roboski Katliamının da yıldönümüdür. Burada hakikatler gün yüzüne çıkarılmadı, geçmişle yüzleşme sağlanmadı ve cezasızlık politikalarıyla failler ve emir verenler sürekli korundu. İşte bu sistemin toplumda yarattığı en büyük kırılmalardan biri cezasızlık politikasıdır. Bu politika, yaraları daha da derinleştirmektedir. Siz dosyanın kapandığını düşünebilirsiniz ama bu yaralar toplumsal hafızalardan asla silinmez.
2024 yılının ilk 11 ayında 709 mahpus yaşamını yitirdi. Bu nasıl oluyor bir düşünün! Hasta tutsakların yaşamlarının son dönemlerini yakınlarının ve sevdiklerinin yanında geçirmesine bile izin vermeyen ceberut bir sistemle karşı karşıyayız. Alenen bir istisnai hukuk uygulanıyor. Hukuk bir yandan halka karşı suç işleyenlere cezasızlık zırhı olurken, muhalif kesimlere yönelik de bir intikam aracına dönüştürülüyor. Tehdit olarak görülen yurttaşlar yargı eliyle sindirilmeye çalışılıyor. Bu hukuksuzluğu kabul etmemiz mi bekleniyor? Asla. Hatay halkının seçilmiş iradesi Can Atalay, Gezi’nin intikamını almak amacıyla cezaevinde rehin tutuluyor. Meclis, Anayasa Mahkemesinin kararına uymadığı her gün demokrasiye kaybettirmeye devam etmektedir. Önceki dönem HDP Eş Genel Başkanları ve onlarca siyasetçi yoldaşımız da Kobanî’de IŞİD karanlığına karşı çıktıkları ve IŞİD Kobanî’de yenildiği için intikam amacıyla cezaevlerinde rehin tutulmuyorlar mı? Arkadaşlarımıza 400 yılı aşkın hapis cezası verildi. AİHM’in kararlarına rağmen 8 yıldır tutsaklar. IŞİD’e karşı direnenlere ceza verilirken, IŞİD adına katliam yapanlar ise dün serbest bırakıldı. Sözün tam da bittiği yerdeyiz. Tuzun koktuğu, suyun çürüdüğü bir noktadayız. Bu gerçekleri yok mu sayalım, görmezden mi gelelim? Hukuk ve adalet terazisindeki bu ikilik, bir asırdır halklarımıza dayatılan tekçi, retçi ve inkârcı sistemin bir sonucudur.
Eduardo Galeano “Adaletsizlik, iktidarın yiyeceğidir” der. Hukuku çiğnediniz, yasaları yediniz, kanunları bitirdiniz. Bu ülkenin, ekmek ve su kadar temel ihtiyacı gerçek bir adalet ve hukuk sisteminin inşasıdır. Hakikatle yüzleşme ve gerçek onarıcı bir adaletin tesisi, demokrasinin olmazsa olmazıdır. Onun için 85 milyon adına buradan haykırıyoruz: Adalet, adalet, adalet!
Sayın Başkan, Değerli Halklarımız;
Yanı başımızda, Suriye’de yaşanan kriz hali tüm bu coğrafyayı etkileyecek bir potansiyeli içerisinde barındırmaktadır. Suriye halklarıyla çözümde, barışta ve demokraside buluşmayan, baskıda ve çözümsüzlükte ısrar ederek ayakta kalacağını düşünen rejim çöktü. Suriye halkları şimdi bir belirsizlik ve istikrarsızlık içerisinde ortak geleceğini arıyor. Esad sonrası ortaya çıkan güçler, Suriye’de siyasi istikrarı sağlamak ve toplumsal barışı tesis edip halkların savaşsız ve çatışmasız özgürce yaşamasına katkı sunmak yerine, halkların kanı ve canı pahasına bu topraklardan pay kapma siyaseti izliyor. Suriye için kritik olan, halkların ortak bir geleceği, demokrasiyi ve barışı birlikte inşa edebilmesidir. Suriye halkları kendi geleceğini kendisi belirleyecektir. Buna saygı duyulması gerekir.
Kürt halkı, 2011’den bu yana Kuzey ve Doğu Suriye’de, Rojava’da büyük bedeller ödeyerek topraklarını ve bu topraklarda yaşayan bütün halkları savunmaya ve korumaya devam etti. Yaşadığı toprakları ve yaşam alanını çetelere karşı korudu. Aynı zamanda bütün dünyanın yakından takip ettiği üzere, sadece Suriye için değil tüm Ortadoğu için umut olan, her kimliğin ve inancın özellikle de kadınların özgür ve eşit olduğu bir yaşam ve yönetim modeli inşa etti. Fakat bugün, özellikle iktidarın Kürt karşıtı dış politikasıyla, Suriye’de tek güvenli alan olan bu topraklar bir kez daha istikrarsızlık ve kaos alanına dönüşme riskiyle karşı karşıyadır. Kuzey ve Doğu Suriye Yönetiminin hangi yetkilisi konuşursa diyalog ve işbirliği çağrısı yapıyor, Türkiye için bir tehdit oluşturmadıklarını söylüyor. Ancak iktidar tüm bu çağrılara kulak tıkıyor. Kürtlerin birlikte yaşadığı halklarla ortak gelecek kurma arayışını ve ortak kazanımlarını boğmaya çalışmak, oradaki çete yapılarıyla işbirliği arayışına girmek ne Suriye halklarına ne de Türkiye’ye bir şey kazandırmaz. Kürtleri Suriye’de de nefes alamayacak hale getirmek için bütün imkânlarınızı seferber etmek size ne kazandıracak? Bu topraklarda halklarımıza ne kazandıracak? Suriye’de izlediğiniz "Kürt kazanmasın" politikasının, Türkiye’de yaşayan milyonlarca Kürt’ün duygularında yaratacağı kırılmayı görmeniz gerekir.
Rojava’da sivil yaşam alanlarına yönelik yapılan SİHA saldırıları aralıksız sürdürülüyor. Yapılan saldırılarda dün özgür basın emekçileri Nazım Daştan ve Cihan Bilgin katledildi. Bu iki resme iyi bakın. Çünkü Nazım Daştan ve Cihan Bilgin, 2014 yılında IŞİD saldırılarını ve buna karşı verilen destansı mücadeleyi anbean Türkiye ve dünya halklarına duyurmuş iki gazeteciydi. Ne yazık ki bugün SİHA saldırılarında katledildiler. IŞİD’in saldırılarına tanıklık eden bu gazeteciler bugün artık aramızda yok. Bu tablo her şeyi anlatmaya yetiyor. İnsanlığa karşı işlenen bu saldırıyı kınıyor, basın emekçilerini saygıyla anıyor, halkımıza başsağlığı diliyorum. İktidarı, savaş halinde basının dokunulmazlığını güvence altına alan uluslararası sözleşmelere uymaya, bu sözleşmelerin gereklerini yerine getirmeye ve bu saldırıyla ilgili derhal açıklama yapmaya çağırıyorum. İnsanlığa karşı işlenen suçlara artık son verilmelidir. Bu konuda biz sürekli uyarıyoruz, çözüm yolunu gösteriyoruz. Dünya uyarıyor. Bu politikanız bugün olduğu gibi, uzun vadede daha büyük sorunlar ve istikrarsızlık yaratacak. Kürt sorunu böyle çözülmez. Türk-Kürt kardeşliği böyle kurulmaz. Buradan bir kez daha çağrı yapıyoruz: Suriye’de demokratik geçişin sağlanması ve yeni bir toplumsal sözleşmenin yapılabilmesi için yapıcı bir politika izleyin. Suriye barışına katkı sunun. Orada yaşayan bütün halklara eşit yaklaşın ve Kürt halkı dâhil bütün kesimlerle diyaloğunuzu geliştirin. Enerjinizi Suriye barışına harcayın. Kuzey ve Doğu Suriye, Türkiye için bir tehdit değil, istikrar ve barış bölgesidir. Kürt halkının oradan uzattığı diyalog elini tutmanız, Kürt-Türk ittifakını oluşturmanız, burada Kürt sorununun çözümünde de tarihsel bir rol oynayacaktır. Bir yandan Türkiye’de Kürt sorunuyla ilgili adım atılacağını söyleyip, Suriye’de ise tam tersi bir politika izlemek çözümsüzlüğü derinleştirir. Bakın günlerdir bu konuyu tartışıyoruz, çözümü konuşuyoruz. Bu meselenin çözümü konusunda Türkiye artık tarihi bir karar aşamasındadır. İnkâr, çatışma ve şiddet zemininde bu sorunun çözülemeyeceği defalarca kanıtlandı. Bir yüzyıl daha böyle gitmez, gitmeyecek de.
Sayın Erdoğan, 3 Mart 2013’te başbakanken Meclis kürsüsünde şöyle demişti: “Sorunların üzerini örtmek, sorunları ertelemek ya da görmezden gelmek Türkiye'yi bir süre idare etse bile daha sonra tedavisi zor yaralara yol açar. Bu mesele sadece askeri tedbirlerle çözülebilecek bir mesele değildir. Bugün gelinen nokta muhasebe noktasıdır.” Sayın Öcalan 2013-2015 arası yürüyen diyalog ve görüşme sürecinde ne demişti hatırlayalım: “Türkiye’nin ve bölgenin kurtuluşuna ve tam bir demokratik cumhuriyetin inşa edilmesine giden süreçte her kim ki demokratik hamleleri geciktirirse, kaos ve çatışma şartlarına davetiye çıkarmış olur…” Evet tarih aktı ve bugün bütün hakikatler ortada. İmralı bugün aynı noktada durmaya, çözümü ısrarla savunmaya devam etmektedir. En son kamuoyuna gönderdiği mesajında da bu açıktır: “Tecrit devam ediyor. Koşullar oluşursa, bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim”.
Size, her ne kadar unutsanız da geçmişteki sözlerinizi yeniden hatırlatıyoruz. Sorunların üzerini örtmeyin, ertelemeyin. Siyasi çözümün önünü açın. Yanlış politikalarınızdan dönüş için hala bir fırsat var. Tren kaçmış değil. Bunun doğru değerlendirilmesi gerekir. Anlamsız çatışma politikasını sürdürmek yerine, anlamlı bir müzakereye dönmek herkese büyük kazandırır. İnanın ki Kürtlerin kazanımlarını ortadan kaldırmak için Ürdün ve Doha’da yürüttüğünüz arka kapı diplomasisinin onda birini çözüm için yürütseniz ve İmralı ile diyalog yollarını geliştirseniz, bu hem bölge halklarının hem de Türkiye’nin çatışma zemininden kalıcı olarak çıkmasını sağlar.
İktidarıyla muhalefetiyle bütün partilere sesleniyoruz: Gelin, yeni bir dönemi birlikte başlatalım. Demokratik çözüm ve barış için diyalog ve müzakerenin yolunu hep birlikte açalım. Gandhi, "Barışa giden yol yoktur. Barışın kendisi bir yoldur" der. Gelin barışı yol eyleyelim. Bu yolda Kürt'üyle, Türk’üyle, Alevi'siyle, Arap'ıyla, Çerkes'iyle, Ermeni'siyle, Ezidi'siyle, Süryani'siyle, Laz'ıyla, Roman'ıyla, Pomak’ıyla tüm Türkiye halklarının özlemini duyduğu onurlu barışı, adaleti ve demokrasiyi birlikte inşa edelim. Hem Türkiye hem de Ortadoğu barışına büyük kazandıralım. Barışın anahtarı biz olalım.
20 Aralık 2024