Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te düzenlediği basın toplantısıyla güncel gelişmelere ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Koçyiğit, şunları söyledi:
Yoksulluğa, yolsuzluğa ve sömürüye karşı herkes işçi grevlerinin yanında durmalıdır
Gündemde çok can yakıcı sorunlar olduğunu hepimiz biliyoruz. İktidarın emekçi düşmanı, sermayeden yana olan tutumu ve bu tutuma karşı ülkenin dört bir yanında her gün artan işçi direnişleri ve bu işçi direnişlerine karşı kolluğun acımasız saldırısı bu gündemlerin başında geliyor. Ağır ekonomik koşullar, yoksulluğun gün geçtikçe artması, düşük ücretler, iş güvenliğinin olmaması, sendikal hakların gasp edilmesi, sendikalaşmanın gittikçe zorlaşması ve yandaş sendikaların büyütülmesi bu ülkedeki işçi direnişlerinin en temel başlıklarından birisini oluşturuyor. Dalga dalga büyüyen bu işçi grevlerinin aynı zamanda toplumun isyanı olduğunu ve bu işçi grevlerini bütün toplumun sahiplenmesi gerektiğini de ifade edelim. Çünkü bu grevler milyonlar adına sürdürülen direnişlerdir. Yoksulluğa, yolsuzluğa ve sömürüye karşı herkesin bu grevlerin yanında durması, işçinin sesine ses vermesi gerekir. Grevdeki işçilerin üstüne kolluk gücünü süren, işçilere saldıran AKP-MHP sömürü ittifakının da aslında en büyük korkusunun işçi direnişleri, işçi grevleri olduğunu çok iyi biliyoruz. Haksızlığa ve zulme karşı direniş kesinlikle büyüyecektir.
Direnişlerini Ankara’ya taşıyan işçilerin yanındayız
Her iş kolu, her sokak bu anlamıyla işçi grevlerinin mekanı olacaktır. İşçilere saldıran, sermayenin tetikçiliğini yapan emniyet de bilsin ki iktidarın işlediği bütün suçların ortağı pozisyonundadır. İşçileri tehdit eden emniyet de acaba özelleştirildi mi? Gerçekten bir gece yarısı kararnamesiyle patronların iş yeri bekçisi mi yapıldı? Kolluk gücünün kendisine bunu bütün kamuoyu adına da sormak istiyoruz.
Sorunun nedenini oluşturan birkaç örneği sizlerle paylaşmak istiyorum. AKP Batman Milletvekili Ferhat Nasıroğlu’na ait olan Fernas Madencilikte sendikalı oldukları için madenciler işten çıkarıldı. İşçiler günlerdir hem madenin hem de Bodrum'daki otelin önünde direniyorlar. En son da direnişlerini Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Çalışma Bakanlığı’nın önüne taşıdılar. Onların yanındayız, haklı mücadelelerini sonuna kadar destekliyoruz. Tabii sadece onlar değil. Aynı zamanda BİRTEK-SEN’e üye olan Akçanlar işçileri de direnişlerini sürdürüyor. Neden direniyorlar? Çünkü yedi gün çalışma dayatılıyor kendilerine. Dinlenme günleri gasp edilmek isteniyor. Pazar günleri çift mesai olan mesailerine el konulmak isteniyor. Düşük ücretlerle çalışmaya zorlanıyorlar. İşte bunun için direniyorlar. Direnişlerini onlar da Ankara’ya taşıdılar. BİRTEK-SEN’e üye olan Akçanlar işçilerinin direnişini de DEM Parti olarak selamlıyoruz.
Sermaye doymak bilmiyor
Sermaye doymak bilmiyor, kar hırsını dizginlemeyi bilmiyor. Her yerde azgın bir şekilde işçi sınıfına, emeğe saldırı üzerine saldırı gerçekleştiriliyor. Eskişehir’de Ford Otosan, işçiler verimsiz, işler kötü diyerek fabrikada işçi kıyımına başladı. Burada 1200 işçinin işten çıkarılması bekleniyor. Peki, gerçekten işçiler verimsiz mi? Gerçekten Ford Otosan zarar mı ediyor? Hayır, her işçinin Ford Otosan’a 130 bin lira kar kazandırdığını görüyoruz. Üstelik bu karın yanında Ford Otosan işçilere sadece yüzde 20’lik bir enflasyon zammı yapmış. Bu da yüzde 27’lik vergi dilimiyle çoktan buhar olup uçtu. Ama dediğimiz gibi sermaye doymak bilmiyor.
İşine, ekmeğine, alın terine, sendikalı olma hakkına sahip çıkan işçilerin yanındayız
Bir direniş daha Çatalca'da günlerdir devam ediyor. Polonez Fabrikasındaki işçiler de ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler nedeniyle mücadele ediyorlar. Polonez işçileri de Tek Gıda İş Sendikasında örgütlendiler ve örgütlendikleri için işten çıkarıldılar. 113 işçiyi işten çıkaran fabrika sahipleri bununla da yetinmedi; kolluğu fabrikanın önüne çağırdı, işçilere saldırttı ve 7 işçi hastaneye kaldırıldı. Nerede oluyor bu? Türkiye’de oluyor. Kim yapıyor? AKP iktidarı. Hatırlarsınız Iğdır’da yandaş işçileri işten çıkardığımızda, kendisine görev çıkaran bir emniyet müdürü gitmiş ve “biz işçinin yanındayız” diye bazı süslü sözler söylemişti. İşte AKP’nin gerçek yüzü Polonez’deki işçinin kaburgasını kırdıran bir iktidar olmasıdır. Ama bütün bunlara karşı işçi direnişleri büyüyor, işçiler geri adım atmıyor. Biz de buradan işine, ekmeğine, alın terine, sendikalı olma hakkına sahip çıkan bütün direnişleri selamlıyoruz. Onlarla beraberiz. Asla yalnız değiller.
Bu ülke bir işçi mezarlığına dönüştürülmüş durumda
Bir taraftan böyle işçileri en kötü koşullarda çalıştırıyorlar ve buna karşı düşük ücretlerle çalıştırılan işçiler greve gidiyor. Ama bir taraftan da bu ülke bir işçi mezarlığına dönüştürülmüş durumda. Sadece Ağustos ayında 179 işçi çalışırken yaşamını yitirmiş. Son sekiz ayda 1201 işçi çalışırken yaşamını yitirmiş. Yani iş cinayetlerinde yaşamlarını yitirmişler. Bu bir savaş bilançosudur, sermayenin işçi sınıfına açtığı savaşın bilançosudur. Ağır çalışma koşulları, esnek çalışma, güvencesiz çalışma ve gerçek anlamda işçi sağlığını koruyacak hiçbir önlemi almayan hükümet 1201 işçinin ve 22 yıllık iktidarındaki bütün işçi ölümlerinin, işçi katliamlarının sorumlusudur. Peki, buna dair bir şey söylüyor mu hükümet? Hayır. Hiçbir şey söylemiyor. Sanki bu ülkede 1201 işçi son 8 ayda katledilmemiş gibi her şey kendi rayında devam etmeye çalışıyor.
İşçi kıyımına, emek rejimine ve yoksulluğa karşı direniyoruz
Bunu kamu adına sormak istiyoruz; direnen işçiler, kaybedilen işçiler, yaşamını yitiren işçiler adına sormak istiyoruz. Gözaltına alınan Polonez işçilerine ters kelepçe takanların acaba patronlarla nasıl bir ilişkisi var? Polis, işçi grevlerine saldırırken bu ülkede her gün 3 kadın katlediliyor. Narin gibi onlarca çocuk katlediliyor, kaybediliyor. Buna yönelik kolluğun bir girişimi var mı? Hayır. Onların tek marifeti işçi direnişlerini bastırmak, işçileri darp etmek. İşçi grevlerini yasaklamak 12 Eylül yasakçı anlayışının devamıdır. Yeni bir anayasa yapmaktan bahseden iktidarın, 12 Eylül darbeci anayasasının her maddesini işine geldiğinde tıkır tıkır uyguladığını ama onun dışındaki maddelerde, örneğin Can Atalay’ın AYM kararında hiç de oralı olmadığını görüyoruz. Geçen yüzyıldaki darbeleri, geçen yüzyıldaki işçi kıyımlarını, 12 Eylül cuntasının 24 Ocak kararlarıyla bu ülkeye yerleştirmeye çalıştığı neoliberal politikaları bugün AKP-MHP hükümetinin adım adım ilerlettiğini ve bu ülkeyi yoksul işçiler ülkesi haline getirmeye çalıştığını da çok açık şekilde görüyoruz. Bunu kabul etmiyoruz. Bu işçi kıyımına, bu emek rejimine, bu yoksulluğa karşı direniyoruz. Bundan sonra da işçi ve emekçilerle beraber direnmeye devam edeceğiz.
Adalet Bakanlığı gözlem kurulları ve ATK birlikte suç işlemektedir
Yaşamlarımıza kast eden bu hükümet sadece bir alanda kast etmiyor. Bu ülkede cezaevlerinde de tam bir eza politikası uygulanmak isteniyor. Tam bir kırım politikası, insan yaşamına kast eden bir rejim cezaevlerinde de uygulanmak isteniyor. Bakın 2 Eylül’de Erzurum Hapishanesinde tahliye olması gereken Abdülmelik Okyay, idare ve gözlem kurulu toplanmadığı için tahliye olamadı, cezaevinde kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdi. Yıllarca Kürt siyasi hareketinde mücadele eden Okyay’ı bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz. Ailesi ve halkımıza başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Bu idare gözlem kurulları gerçekten neye hizmet ediyor? Bu idari gözlem kurulları aslında 12 Eylül cuntasının AKP’de yaşam bulan hali değil midir? Bir darbe yapılanması değil midir? Evet, tam da bir darbe yapılanmasıdır. İşkence kurulları olarak görev yapmaktadır idari gözlem kurulları. Adalet Bakanlığı gözlem kurulları ve ATK birlikte suç işlemektedir. Hasta tutsakları ölüm sınırına getirmek siyasi bir cinayete iştiraktir, ortak bir şekilde bu cinayeti işlemektir. Her bir ölümün faili de Adalet Bakanlığı ve cezaevinde kalamaz raporunu siyasi saiklerle ve düşman ceza hukukunu benimseyerek vermeyen ATK’nin bizzat kendisidir.
Hasta tutsaklarla ilgili yürütülen süreç bir idam takvimine dönüştü
30 yılını dolduran mahpusa “pişman mısın?” diye soruyorlar. 30 yıl cezaevinde kalmış, düşünceleri nedeniyle tutsak edilmiş insanlara bu soruyu yöneltebilecek kadar aymaz bir akılla karşı karşıyayız. Onlara bizim bir çift sözümüz var. 12 Eylül vahşetinden bu yana cezaevlerini işkencehanelere çevirdiniz, her türlü yöntemi denediniz ama siyasi tutsakların onurunu teslim alamadınız. Kamu adına, cezaevinde bulunan siyasi mahpuslar adına ve bu ülke halkları adına sormak istiyorum: Asıl siz bu insanlık dışı uygulamalardan ne zaman pişmanlık duyacaksınız? Siz ne zaman adalete ve hukuka bağlı kalacaksınız? Bu soruları Adalet Bakanlığı ve AKP hükümetine soruyoruz. Hasta tutsaklarla ilgili yürütülen sürecin bir idam takvimi olduğunu çok iyi biliyoruz. O nedenle buradan Adalet Bakanlığına sesleniyoruz: Hasta tutsaklarla ilgili ölüm, idam takvimi planını kamuoyuna açıklayacak mısınız? Daha kaç tutsağın hayatını kaybetmesine göz yumacaksınız? Fiili bir idam rejimini daha ne kadar devam ettireceksiniz? Siz kimsiniz? Mahkeme misiniz, katil misiniz, cellat mısınız; kim ve ne adına siyasi mahpusların yaşamına kast ediyorsunuz, onları cezaevinde öldürüyorsunuz?
Adalet Bakanlığının kurduğu bu sistemin, idari gözlem kurullarının evrensel normlarla hiçbir ilgisi olmadığını herkes çok iyi biliyor. Burada tam bir düşman ceza hukuku ve onun infaz rejiminin uygulandığını görüyoruz. Bu düşman ceza hukukuna da onun infaz rejimine de hep beraber itiraz etmemiz ve hayır dememiz gerekiyor.
İnfaz Kanununun 25. maddesinin değişmesi gerekiyor
En az 4 bin kişinin yasa eliyle öldürülmesidir. Bunu açık ve net bir şekilde söyleyelim. Tam da bu yasa maddesiyle ilgili Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi AİHM’in Öcalan, Kaytan, Kurban, Botan kararlarına Türkiye’nin sistematik olarak uymaması nedeniyle periyodik olarak yaptığı gözden geçirmeyi bugünden 19 Eylül’e dek devam ettirecek. Bugüne kadar defalarca Adalet Bakanlığı eylem planları hazırladı, torba yasalar getirdi, yargı paketleri getirdi, işkenceye sıfır tolerans dedi ama 10 yıl geçmiş olmasına rağmen bu AİHM kararlarına karşı tek bir adım atmadı ve kendi yasasında, kendi idam yasasında ısrar etti. Yani Türkiye aslında 10 yıldır idamı yeniden ama yeniden uygulamış oluyor. Bu zamana yayılmış idam maddesinin, yani İnfaz Kanununun 25. maddesinin değişmesi gerektiğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum. Bu çerçevede Meclis’e de verdiğimiz bir kanun teklifi olduğunu da ifade etmek istiyorum. Hapishanede 25. yılını dolduran çokça siyasi mahpus var. Onlardan biri de Sayın Öcalan’ın kendisi ve Sayın Öcalan’ın da bu yasanın değişmesiyle “Umut Hakkı” çerçevesinde şartlı tahliye sürecinin başlatılması gerekiyor.
Türkiye’de üzeri kapatılan, Adalet Bakanlığı’nın tecrit yoktur diye açıklama yaptığı bir siyasi konjonktürün içindeyiz. Peki, gerçek böyle mi? Tabii ki değil. Bakın 35 ülkeden 1524 avukat ve hukuk kurumu Sayın Öcalan için Adalet Bakanlığı’na bir mektup gönderdi. Bu mektupla bir kez daha Öcalan’ın görüşme hakkının sağlanması gerektiğini ifade ettiler. İmzacı olan 1500'ü aşkın avukat ve hukuk kurumu İmralı'yı ziyaret etmek istediklerini Adalet Bakanlığı’na ilettiler. Siz ne kadar kafanızı kuma gömseniz de Türkiye kamuoyunu ne kadar zorla bastırsanız da İmralı tecridi bir hakikat ve bütün dünya bunu konuşuyor. İmralı tecridine karşı birçok eylemin, etkinliğin ve başvurunun olduğunu da dünya çapında herkes çok iyi biliyor. Bu mektupta ne deniyor? “İmralı tecridi dünya çapında özel ve ayrımcı bir tecrit yöntemidir” diyor. Yani Sayın Öcalan üzerindeki tecridin dünyada eşi benzeri yoktur diyorlar. Yine Avrupa Demokrat Avukatlar Sendikası Başkanı Helena Dappy “İmralı’daki durum korkunç” tespitini yapıyor. Evet bu tespitlerin her birini bizler de yapıyoruz. Ama ne yazık ki hükümet bütün bu tespitlere, bütün bu hakikate kulaklarını tıkamış durumda. Öcalan 15 Şubat 1999’dan beri sistematik tecrit altında, 5 Nisan 2015’ten beri mutlak tecrit altında ve yaklaşık 42 aydır da kendisinden hiçbir şekilde haber alınamıyor. O anlamıyla İmralı’daki durumu aslında bir tecrit kavramıyla izah etmenin yetersizliği de ortada. Evet, tecrit kavramı burada çok yetersiz kalıyor.
İmralı Ada Hapishanesi AKP-MHP rejimi şahsında Türkiye’nin hukuk dışılığının tescilidir
Hukukun kara deliği haline gelen İmralı Ada Hapishanesi gerçeğiyle karşı karşıyayız. AKP-MHP rejimi şahsında Türkiye’nin bizzat hukuk dışılığının tescilidir İmralı’daki mevcut durumun kendisi. 30 Nisan 2024 tarihinde milletvekili arkadaşlarımızla beraber Adalet Bakanlığına başvuru yaptık ve İmralı’ya gitmek istediğimizi ifade ettik. Bize nasıl bir cevap verdiler? Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü, Öcalan ve diğer mahkumların avukatlarıyla görüşmelerine herhangi bir engel bulunmadığı yanıtını verdi. Madem bir engel yoksa neden 42 aydır ailesi, avukatları ya da hiç kimsenin İmralı’ya gitmesine izin vermiyorsunuz? Hem uluslararası hukuk alanından hukukçular hem Asrın Hukuk Bürosu hem de ailesi her hafta sistematik olarak görüş başvurusunda bulunuyor. Bütün bu görüş başvurularını neden reddediyorsunuz?
Tecrit yerine çözüm aklını işletmek bu ülke halklarının ortak çıkarınadır
Neden bu kadar tecridi konuşuyoruz, ona da vurgu yapmak istiyorum. Tecrit Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için hayati önemde olan bir konudur. Tecrit; Kürt sorununu daha da büyütüyor, çözüm imkan ve şartlarını ortadan kaldırıyor. Tecrit yerine çözüm aklını işletmek bu ülkenin ortak çıkarınadır, bu ülke halklarının ortak çıkarınadır. İktidara soruyoruz: İmralı tecridini devam ettirerek, çözümsüzlükte ısrar ederek ne yapmak istiyorsunuz? 2015’ten bu yana tecritle neyi çözdünüz ki bundan sonra neyi çözmeyi hedefliyorsunuz? İmralı yanlışından bir an önce dönün, bir an önce tecridi kaldırın, diyalog kapılarını açın. Çözüm aklını hep beraber Türkiye halklarıyla beraber işletelim. Biz DEM Parti olarak buna varız. Eğer bu ülke her alanda bir normalleşmeyi yaşayacaksa, krizlerden çıkışın bir yolu olacaksa bu İmralı tecridinin ancak ve ancak kırılması ve kaldırılmasıyla olur. Bu nedenle tecridi kaldırma çağrımızı bir kez daha buradan hükümete ve Adalet Bakanlığına hatırlatmak istiyoruz.
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi İmralı tecridine karşı somut adımlar atmalıdır
Bugün toplantısı başlayacak ve ayın 19’unda devam edecek olan Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine de buradan DEM Parti olarak bir çağrı yapmak istiyoruz: Ağırlaştırılmış müebbet hapis ile ilgili yasal değişiklikleri yapmayan AKP hükümetine karşı artık genel tedbirleri almanızın zamanı gelmedi mi? On yıllardır AİHS askıya alınmış durumda. Artık buna dair somut adımlar atmanız gerekmiyor mu? Artık nereye kadar durumu görmezden geleceksin, nereye kadar susacaksınız, nereye kadar komployu sürdüreceksiniz? Bu soruyu sormak istiyoruz. Evrensel hukuk gereği ve kendi hukukunuz gereği de dünya için koyduğunuz kurallara sizi uymaya davet ediyoruz. Devletlerin siyasi çıkarlarının, on yıllardır zulüm ve asimilasyon altında olan ve buna karşı direnen Kürt halkı ile Türkiye halklarının ortak mücadelesinin ve Kürt sorunun barışçıl çözümündeki beklentilerin önüne geçmesine artık izin vermeyin. Buradan da başta Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş olmak üzere, cezaevlerinde siyasi nedenlerle yatan Can Atalay, Osman Kavala ve adını sayamadığımız bütün siyasi mahpuslara selam ve sevgilerimizi gönderiyorum. Her birinin özgürlüğü için dün olduğu gibi bugün de mücadele etmeye devam edeceğiz. Yine bileşenimiz olan Demokratik Bölgeler Partisi ve birçok kurum öncülüğünde 13 Ekim’de tecride dur demek için yapılacak mitinge de buradan bütün halkımızı davet ediyorum. Faşizme karşı direniyoruz, komploya karşı direniyoruz, kumpas yargılamalara karşı direniyoruz ve özgürlük için Amed’de buluşuyoruz. Bu çağrımıza ses olma beklentisini de bütün Türkiye halklarına ifade etmek istiyorum.
Konferansın yeni dönem mücadele hattımızı aydınlatacağına inanıyoruz
Biliyorsunuz iki gün kadın, iki gün de karma örgütlenme konferanslarımızı gerçekleştirdik. Dün Parti Sözcümüz Ayşegül Doğan sonuç bildirgemizi kamuoyu ile paylaştı. Ben de konferansın sonuçlarının yeni dönem mücadele hattımızı aydınlatacağına olan inancımızı, daha güçlü bir örgütle daha güçlü bir mücadeleyi yürüteceğimize olan inancımızı ifade etmek istiyorum. Orada da en önemli vurgulardan biri cezaevleriydi. Dört gün boyunca değerlendirme yapan her bir delege arkadaşımızın hem Gezi tutsakları hem Kobanî Kumpas Davasının tutsakları için mücadeleyi yükseltme kararlılığını ifade ettiğini de bir kez daha söylemek iyi olacaktır.
Sosyal yardımlara bağımlı hale gelmiş bir toplum yarattılar
Son olarak BES’in açlık raporu vardı. Çok konu var, söylenecek çok şey var ama sadece şunu söyleyeyim. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı 7 yılın sonunda bir açıklama yaptı ve bir tablo çizdi. Oysa aslında her geçen gün bu ülkede sosyal yardıma muhtaç hane sayısı artıyor. Son 7 yılda 3 milyon 792 bin artmış. Yani yaklaşık 15 milyon insan en temel ihtiyaçlarını karşılamak için sosyal yardıma muhtaç hale gelmiş. Ayrıca OECD raporuna göre Türkiye’de 6 buçuk milyon çocuk aşırı yoksulluk içinde yaşıyor. Her 5 çocuktan biri yeterli beslenmiyor. Her 4 çocuktan biri ise okula aç gidip aç geliyor. Peki, bütün bu veriler bize neyi gösteriyor? Gün geçtikçe sosyal yardımlara bağımlı hale gelmiş bir toplum gerçeğini gözler önüne seriyor.
“Türkiye Yüzyılı” açlık, yoksulluk ve sefalet yüzyılıdır
Yine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Sosyal ve Ekonomik Destek Programı Raporuna göre maddi durumu kötü ailelere yapılan yardımdan yararlanan çocuk sayısı 172 bine dayanmış durumda. Bu 2012’de 37 bin 295 idi. 172 bin çocuktan bahsediyoruz. BESAR’ın açıkladığı verilere göre bugün sağlıklı beslenmenin maliyeti günlük 800 lirayı geçip 1000 TL’ye ulaşmış durumda. Verilere göre açlık sınırı 27 bin 270 lira, yoksulluk sınırı ise 73 bin 651 lira. Peki, asgari ücretli nasıl yaşıyor? Yoksulluk sınırının dörtte biri olan bir ücretle yaşama tutunmaya çalışıyor. Yine asgari ücretli açlık sınırının 10 bin TL altında bir ücretle hayata tutunmaya çalışıyor. Kamu emekçilerinin maaşlarının yüzde 75-80’ini sadece kira için harcadıklarını görüyoruz. Peki, maaşının yüzde 75-80’ini konut için harcayan bir kamu emekçisi ne yiyip ne içecek? Artan okul giderleriyle çocuğunu nasıl okula gönderecek? Nasıl yaşayacak, nasıl geleceğe umutla bakacak? Bu anlamıyla AKP hükümetinin “Türkiye Yüzyılı”nın aslında açlık, yoksulluk ve sefalet yüzyılı olduğunun altını çizelim. AKP yüzünden 15 milyon yurttaş sosyal yardımlara muhtaç ve 6 buçuk milyon çocuk da aşırı yoksullukla mücadele ediyor. Şimdi yüzleri yok. Çıkıp Orta Vadeli Programı açıkladılar, erkekler topluluğu olarak açıkladılar. Çok kalabalıktılar. Kalabalık olunca sanki inandırıcı olacakmış gibi bir yanılgıya kapıldılar. Hem tüketimi kısıp enflasyonla mücadele edeceklerini söylediler hem ekonominin büyüyeceğini söylediler. Hem büyümenin geçmişe göre biraz düşeceğini söylediler hem işsizliğin azalacağını söylediler. Hem dolar kurunu tutacaklarını söylediler hem ihracatın artacağını söylediler. Bütün bunların mevcut ekonomi literatüründe hiçbir karşılığının olmadığını AKP de biliyor. Onun için kalabalık olarak basının karşısına çıkıp havada uçuşan süslü sözlerle toplumu kandırmaya, kamuoyunu manipüle etmeye çalışıyorlar. Oysa ki hakikat çarşıda, pazarda, işçinin gündelik yaşamında, yoksulun ve emeklinin gündelik yaşamında. Bu ülkede açlık var, bu ülkede işsizlik var, bu ülkede sefalet var. Bütün bu sefalete karşı semiren bir sınıf var, bir oligark yönetim var. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
17 Eylül 2024