Koçyiğit: Ülkede adalet yok ama Adalet Akademisi üzerinden bir algı oluşturulmaya çalışılıyor

Grup Başkanvekilimiz Gülistan Kılıç Koçyiğit, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Koçyiğit, şunları söyledi:

23 yıllık AKP’nin özeti her doğa olayını felakete dönüştürmesidir 

6 Şubat Depreminin yıldönümünü geride bıraktık. Yaşamını yitiren bütün yurttaşlarımızı saygıyla anıyorum. Deprem bölgesinde yaşam mücadelesi veren, o kentlerde yaşama tutunmaya çalışan herkesi de buradan selamlıyorum. 23 yıllık AKP iktidarının özeti nedir derseniz, her doğa olayını felakete dönüştürmesiyle beraber bir de işin içinden hızla sıyrılması diyebiliriz. 6 Şubat Depremi, bu ülkede nasıl bir çürüme, nasıl bir devletsizlik ve nasıl bir iktidar gerçeğinin olduğunu bize açık ve net bir şekilde bir kez daha gösterdi. Meselenin neresinden tutsak, cümleye nereden başlasak, hangisine söz söylesek inanın ki biz de bilemiyoruz. Resmi rakamlara göre bile 53 binden fazla insanımız yaşamını yitirdi. Fakat Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum İstanbul adayı iken “130 bin insanı yitirdik” demişti. Gerçeğin 53 bin olmadığını, 130 bin insanın yaşamını yitirdiğini ve ne yazık ki resmi istatistiklerle oynanarak bu gerçeğin üzerinin örtüldüğünü çok iyi biliyoruz. “Bize bir yıl verin, asrın felaketini en iyi şekilde ihya edeceğiz” diyenlerin, öncelikle karattıkları hakikati açığa çıkarmakla işe başlamaları gerektiğini ifade etmemiz gerekiyor.  

Tek dertleri felaketler üzerinden baskıyı ve otoriteyi artırmak


Bakın, 2002’den bu yana AKP iktidarı tam 10 defa imar affı gerçekleştirmiş. Her imar affıyla uygun olmayan konutlarda insanların ölümüne göz yummuş bir iktidar gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bugün depremi konuştuğumuz her bir başlıkta aslında bu iktidarın ihmallerini, yandaşa rant aktarmasını ve insan yaşamını hiçe sayan tutumunu konuştuğumuzu belirtmek isterim. Her bir başlıkta iktidarın sorumlu olduğunun altını da çizmek istiyorum. Şimdi deprem bir felakete dönüştüyse, insanlar kıt kanaat borçlanarak yaptıkları evlerin enkazında yaşamlarını yitirdilerse, bunun sorumlusu her defasında imar affını çıkaranlar değil midir? Yapı denetim sistemini zayıflatanlar, yapı denetim sistemlerinin ücretlerini denetledikleri firmalardan almalarını sağlayan o ucube sistemi inşa edenler değil midir? İmar aflarını seçim meydanlarında bir propaganda aracına dönüştürenler değil midir? Ne yaşamak nedir biliyorlar ne önlem almak nedir biliyorlar. Ne yapı denetimlerinin şeffaf ve güvenilir olmasına dair adım atıyorlar ne de bütün bu sorunlar ve felaketler açığa çıktığında sorumluluk almayı, utanmayı, toplumdan özür dilemeyi, özeleştiri vermeyi ve istifa etmeyi biliyorlar. Tam bir pişkinlik haliyle karşı karşıyayız. Cumhuriyet tarihi boyunca bu kadar pişkin, utanmaz, sorumsuz bir iktidar gerçeğini hiçbir zaman görmedi bu ülke. Tek bir dertleri var: Felaketi ranta çevirmek, felaket üzerinden baskı ve otoriteyi artırmak, gerçeği karartmak ve insanları biat etmeye zorlamak. Bakın, 1999 Gölcük Depreminden sonra deprem vergisi kalıcı hale getirilmişti. 2023’te ek bütçe ayrıldı, MTV mükerrer bir şekilde alındı. 2024-2025 bütçesinde depreme yine özel bütçe ayrıldı. Peki, gerçek ne? 650 bin insan, üzerinden iki yıl geçmesine rağmen konteynerlerde yaşamaya çalışıyor. Hala 650 bin insanın konutu, yaşam alanı ve sosyal donatısı yok. Hiçbir haktan faydalanmadan yaşam kavgası veriyorlar. Bu rakamları nereden söylüyoruz? Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığının raporunda yer alıyor. Yani resmi bir rapordan size aktarım yapıyoruz. 

Yalıtımı olmayan 21 metrekarelik konteynerlerde 5-6 kişi yaşamaya çalışıyor 

Bu konteyner kentler nasıl? Depremin yıldönümünde birçok siyasi parti gibi bakanlar da gidiyor. Gece yarısı atılan protokol asfaltlarıyla kentin çehresi değiştirilip sanki kentte bir sorun yokmuş gibi algı yaratılmaya çalışılıyor. Gerçekler o asfalt döşenen ana arterlerde değil. Arka sokaklarda, mahallerde nasıl korkunç bir sefaletin olduğunu görürsünüz. Yalıtımı olmayan 21 metrekarelik konteynerlerde bazen 5-6 kişinin yaşamaya çalıştığını; bunda engellilerin, kadınların ve yatağa bağımlı insanların hiçbir şekilde gözetilmediğini ve tam bir sefaletin yaşandığını görebilirsiniz. Ama bunu yapmıyorlar. Sadece bu da değil. Bakın yapboz tahtasına çevirdikleri Rezerv Alan Yasası var. İnsanlar eğer şanslılarsa, evleri yıkılmamışsa bir şekilde evlerini onarmak istiyor. Ancak bir gün gelip “Tamam burada yaşayabilirsiniz” diyorlar, ertesi gün gelip “Hayır, eviniz rezerv alana girdi, şu kadar zaman içinde boşaltın” diyorlar. Yani insanların aklıyla dalga geçen, insanların acılarının üzerine acı koyan, insanları güvencesiz ve geleceksiz bırakan bir iktidar politikasıyla karşı karşıyayız. Dediğimiz gibi, felaketi bir sermaye birikim aracına, bir rant alanına çevirmek onların önceliği. Depremzedelerin yaşadıklarıyla ilgilenmedikleri çok açık. 

İHA/SİHA’lar için her yerden teknoloji getirenler, iş depreme dayanıklı kentler inşa etmeye geldiğinde kafalarını kuma gömüyor

Dünyanın her yerinde deprem kuşağında olan ülkeler var. Japonya en iyi örneklerden birisi. 6’nın üzerindeki çok şiddetli depremlerde neredeyse hiç can kaybı olmuyor. Peki, bugün “Türkiye Yüzyılı” ile övünenler, o ülkelere gidip gerçek bir araştırma yapıyor mu? Depreme dayanıklı kentler inşa etmek için işbirliği yapıyorlar mı? Yerel yönetimlere, bu alanda uzman olan meslek örgütlerine ve siyasi partilere danışıyorlar mı? Hayır. Koskoca bir deprem raporu çıktı. Kimin umurunda? Alınmayan önlemlerin bedelini kim ödüyor? Mesele İHA/SİHA olunca koşup her yerden teknoloji getirenler, iş depreme dayanıklı, bilime ve teknolojiye uygun kentler inşa etmeye geldiğinde kafalarını kuma gömüyor. Kentleri çevirdikleri şantiyeler üzerinden övünüyorlar, algı yaratıyorlar, manipülasyon yapıyorlar. Türkiye gibi bir deprem kuşağında olan bir ülkenin gerçeğine uygun olmayan bu yaklaşımlarla yeniden depreme davetiye çıkarıldığını söylememiz gerekiyor. Tarlaların ortasına binalar dikenler ve tarım arazilerini rant uğruna imara açanlar, bugün yaşananların da yarın yaşanacak olanların da bizzat sorumlusudur.

Depremde yaşadıklarımızı unutmadık. Parayla bölgeye yıkım vinci gönderenleri, kan ve çadır satan Kızılay’ı unutmadık. Ülkenin ve dünyanın dört bir yanından gelen yardımları depolara kilitleyip seçim zamanı seçmenlere dağıtan bu iktidarı unutmadık. “Kimse var mı?” diye enkazın altından bağıran, şarjının son dakikasında yerini bildirmek için mesaj atmaya çalışan insanların bant daralmayla sesinin kısıldığını, enkaza bir kez de hükümet eliyle gömüldüğünü unutmadık, unutmayacağız. Bunların hepsi hafızalarımızda ve gün gelecek bunu yapanlardan hukuk önünde hesabını soracağız.

Sadece tüketen beton ekonomisiyle büyümeye çalışan bir ülke yarattılar 

Sadece deprem ve yıkıntıları konuşmuyoruz. Ülkede tam bir yıkım sistemi var. Bakın, elimde dış ticaret açığıyla ilgili veriler var. Ocak ayında ihracat yıllık yüzde 5.8 artışla 21.2 milyar dolar olmuş. Ticaret Bakanı bunu ihracatın artması olarak ifade etmiş. Peki, ithalat ne kadar artmış? Yüzde 10.2 artışla 28,8 milyar dolar seviyesine gelmiş. Bugün Türkiye patatesten soğana ve canlı hayvana kadar her şeyde ithalata bağımlı bir ülke oldu. Üretimden düşen bir ülke oldu. Çiftçinin üretmediği, sanayicinin üretmediği, küçük esnafın dükkan kapattığı bir ülke gerçeği yarattılar. Neden? Çünkü zaten üretim ithalata bağlı. Katma değeri yüksek, yeni teknolojiye ve bilişim çağına uygun bir üretim süreci yok. Sanayide yedek parçadan vidaya kadar, tarımda üretimi yapmak için kullanılan yakıttan her başlığa kadar ithalata bağımlı bir ülke yarattılar. Üretmeyen, sadece tüketen beton ekonomisiyle büyümeye çalışan bir Türkiye gerçeğini bizzat AKP iktidarı yarattı. Bugün kalkmışlar ihracat rakamlarının düşmesinden övünüyorlar. Oysa Ocak ayında dış ticaret açığı geçen yıla göre 24.2 artışla 7.7 milyar dolar olmuş. Hakikat bu. AKP, 2023 yılında 500 milyar dolarlık ihracat hedefi koymuş. Peki, gerçek ne? 255 milyar. Yani orada da karavana. Bu anlamıyla hedefini tutturamayan, hiçbir realitesi olmayan bir ekonomi yönetimiyle karşı karşıyayız. 

Güncellenen enflasyon hedeflerini yakalamakta zorlanıyoruz

Merkez Bankası 2025 enflasyon rakamını revize etti. Yüzde 21’den 24’e çıkardı. Güncellenen enflasyon hedeflerini yakalamakta zorlanıyoruz. Neredeyse her toplantıda hedeflerini yeniliyorlar. Bu niye önemli? Emekli maaşından asgari ücrete kadar hedeflenen enflasyon üzerinden zam yapılması tartışılmıştı. Bugün revize ettiniz ve yüzde 24’e çıkardınız. İşçinin, emeklinin ve asgari ücretlinin maaşını da revize edecek misiniz? Bu hedefi koyan siz, tutturamayan yine sizsiniz. Bedelini kim ödüyor? İşçi, emekçi, yoksul ödüyor. Merkez Bankasının revize etmesiyle bir hakikat da açığa çıkmadı. Devlet kendi alacalıklarını yeniden değerlendirme oranlarını yüzde 44 üzerinden aldı. Enflasyon oranlarının düşmeyeceğini, enflasyonun hedeflerinin tutmayacağını biliyorlardı. Kendi alacaklarını yüzde 44 üzerinden aldı; işçiye ve emekçiye vermeye gelince yüzde 30, emekliye yüzde 15.75. Soralım bu hak mı, reva mı? Bu nasıl bir düzen, zulüm ve talan iktidarıdır! Milyonlar açlık ve sefaletle boğuşuyor ama umurlarında değil.

Demokrasinin ilk şartı barıştır; barışın yolu da Kürt sorununun demokratik çözümünden geçer

Gündemimizde Kürt sorununun çözümü ve barış da var. Bu meseleyi konuşmak üzere 42 merkezde halkımızla bir araya geldik. Tartıştık, buluşmalar gerçekleştirdik, bildiklerimizi halkımıza anlattık. Halkımızın barışa olan özleminin çok diri olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Onlara söylediğimiz her şeyi büyük bir ilgi ve merakla dinleyip kafalarındaki her bir soruyu da bize sordular. Sürece dair bütün gelişmelerle ilgili yine ilk elden halkımızla bir araya gelip tartışmaya devam edeceğiz. Diğer bir taraftan da Ekmek Adalet ve Barış Kampanyamız devam ediyor. Bu kapsamda, Türkiye'nin pek çok kentinde buluşmalar gerçekleştirdik. Gerçek anlamda derin bir yoksulluğun olduğunu, geçim sıkıntısının olduğunu herkes görüyor. İnsanlar gerçek anlamda bir isyan aşamasında ve itiraz ediyorlar. Çünkü sofralarındaki ekmeğin savaş nedeniyle çalındığını çok iyi biliyorlar. Bu anlamıyla da bir an önce bu sorunun bitmesi, toplumsal refahın ve barışın olduğu bir iklimin yaratılması gerektiğini herkes söylüyor. Barış olmadan demokrasi olmaz. Bunu hem buluşmalarımızda hem de toplantılarımızda herkes ifade etti. Demokrasinin ilk şartının barış olduğunu, barışın Kürt sorununun demokratik çözümünden geçtiğini ifade etmemiz gerekiyor. Bunu dilimiz döndüğünce anlatmaya devam ediyoruz. 

Ana muhalefet partisi çözüm tartışmalarının tarafı olmalı ve kendi yol haritasını ortaya koymalıdır 

Aynı zamanda 8 Şubat’ta Amed’de, 9 Şubat’ta Mersin’de Barış Ve Özgürlük Mitingi gerçekleştirdik. Binlerce, milyonlarca insanın nefeslerini tutmuş bir şekilde Sayın Öcalan’ın hazırlığını yaptığı çağrıyı beklediğini bizzat gözlememiş olduk. İnsanlar bir taraftan barışa dair inancını korurken, bir taraftan da kayyım uygulamalarını reddediyor. Amed ve Mersin halkı soruyor: Hem kayyım hem barış nasıl olacak? Hem kayyım hem barış süreci nasıl olacak? Bu kadar baskıya, zulme ve kayyım uygulamalarına rağmen halkımız Sayın Öcalan'ın gerçekleştireceği sürecin arkasında durduğunu söylüyor, oradan gelecek tarihi çağrıyı dört gözle bekliyor. Onurlu bir barış tüm Türkiye halklarına, emekçilere, kadınlara, yoksullara yani ülkeni gerçek sahiplerine kazandıracaktır. İşte biz de bütün Türkiye halklarının kazanacağı o tarihi sürece emek vermeye çalışıyoruz. Süreci halkımızla örmeye çalışıyoruz. Burada sorumluluk sadece bizim değil. Barışın toplumsallaşması için Meclis’in birincil adres olduğunu vurguluyor ve hızla inisiyatif alması gerektiğine dair çağrımızı bir kez daha buradan yapmak istiyorum. Sürekli bu çağrıyı yapıyoruz. Çünkü burası ülkede yaşayan halkların iradesinin tecelli ettiği mekan. Meclis rolünü oynamalı ve elini taşın altına koymalıdır. Bu ülkede bulunan siyasi partilerin bu sürece sırtını dönmesini, tartışmalara seyirci kalmasını asla doğru bulmuyoruz. Başta ana muhalefet partisi olmak üzere tüm partiler, çözüm tartışmalarının tarafı olmalı; kendi yol haritalarını ve bakış açılarını ortaya koymalıdır. Hepimizin kazanacağı o büyük barışı inşa etmek için el ele vererek çalışmamız gereken bir süreçteyiz. Barışın taraftarlarını çoğaltmak, barışı yaygınlaştırmak ve toplumsallaştırmak sadece Kürtlerin, sadece DEM Parti’nin değil; bu ülkede yaşayan herkesin, özellikle de siyasi partilerin birinci derecede sorumluluğudur. Bu sorumluluğu yerine getirmeye herkesi, her çevreyi bir kez daha davet ediyoruz.

Muhatabımız atanmışlar değildir, bizim muhatabımız halkın iradesiyle seçilenlerdir

Bir taraftan barışı konuşuyoruz, öte yandan kayyım kuşatması altında demokrasiye ağır darbeler yapıldığını görüyoruz. En önemli darbelerden birinin de Saray’da oturan bir kayyım tarafından sürekli topluma empoze edildiğini biliyoruz. “Hukuk İşleri” başına getirilen atanmış bir kayyımdan bahsediyorum. Seçim nedir bilmiyor, sandık nedir bilmiyor. Aday olsa herhalde kendisinden başka kimse kendisine oy vermeyecek ama sabah akşam halkın iradesine, halkın seçilmişlerine parmak sallıyor. Özellikle kayyım karşıtı sözleri ve eşit yurttaşlık taleplerini büyük bir iştahla terörö parantezine sıkıştırarak kendisine alan açmaya çalışıyor. Halkın iradesinden bahsetmeden konuşan bu hukuk kayyım, bildiğimiz ezberleri tekrar ederek bu ülke demokrasisinin ve barışının önüne set çekmeye çalışıyor. İktidarın bu sözcüsü eğer zehir hafiyeyse ve iktidar adına konuşuyorsa bunu bilmemiz gerekiyor. Yok iktidar adına konuşmuyorsa, o zaman birilerinin çıkıp bunu söylemesi gerekiyor. Bizim muhatabımız atanmışlar değildir, muhatabımız halkın iradesiyle sandıktan çıkanlardır, seçilmişlerdir. 

Basın özgürlüğü halkın haber alma hakkını güvence altına alır

Türkiye, Basın Endeksinde, özellikle temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasında her gün rekora koşuyor. Ama son zamanlarda yaptığı bir iş daha var. Özellikle sınırın öte tarafında gazetecileri katletmek üzerine bir pratiğinin olduğunu da biliyoruz. Hafta sonu Kürt gazeteci Aziz Köylüoğlu’nun SİHA saldırısıyla katledildiği basına yansıdı. Yaşam hakkını yok sayan bu anlayışa karşı hep beraber durmamız gerekiyor. Bir gazetecinin SİHA saldırısıyla katledilmesini normal gören bir ülkede, muhalif gazetecilerin gözaltına alınıp tutuklanmasına ve televizyon kanallarının hedef göstermesine varan bir süreç örülür. Basın özgürlüğü en temel haklardan biridir. Halkın haber alma hakkını sağlamak açısından çok önemlidir. Sadece bu da değil. BirGün Gazetesinde çalışan gazeteci arkadaşlar gözaltına alınıp daha sonra denetimli serbestlikle bırakıldılar. Halk TV Genel Yayın Yönetmeni Suat Toptaş cezaevinde. Özgür basında ise Nazım Daştan ve Cihan Bilgin’in katledilmesini protesto eylemlerinde en son Öznur Değer Mardin’de polis tarafından hedef gösterildi, darp edilerek gözaltına alındı. Cezaevinde çıplak aramaya maruz kaldı. Yani her gün gazetecilere yönelik hak ihlallerini duyuyoruz. 

RTÜK bir an önce lağvedilmeli

Ama bununla da yetinmiyorlar. RTÜK Başkanı şimdi de editoryal meselelere el atmış, haber içeriklerini belirlemek istiyor. Elinden gelse akşam haberlerinden önce yapılan toplantılara katılıp orada hangi haberin yapılıp yapılmayacağına karar verecek. Böyle bir aymazlık içerisinde olduğunu görelim. RTÜK’ün haber alma hakkına kastettiğini, bu ülkenin demokrasisine kastettiğini, halkın en temel hakkına kastettiğini açık ve net söyleyelim. Bu RTÜK olduğu sürece, bu RTÜK yapısı devam ettiği sürece ülkede basın özgürlüğünden ve haber alma hakkından bahsedemeyiz. RTÜK’ün bir an önce lağvedilmesi gerekiyor. Yayın kuşaklarında dünya kadar sorunlu şey varken onlarla ilgilenmeyip sadece hükümeti eleştiren programları, hükümeti eleştiren TV kanallarını hedef alan; AKP’nin yaptıklarını eleştirenleri para cezalarıyla yıldırmaya çalışan, terbiye etmeye çalışan RTÜK gerçeğinden bu ülkenin kurtulması gerekiyor. RTÜK bu ülkenin ayıbıdır. Çok açık ve net RTÜK'ün varlığı bu ülkenin demokrasisine, basın özgürlüğüne ve haber alma hakkına bir kasıttır. 

Avrupa’nın kendi yurttaşına yedirmediği zehirli gıdaları biz her gün burada tüketiyoruz

Gıda güvenliği en önemli başlıklardan birisi. Bu ülkede ne yazık ki hiçbir zaman olmadı ama hiçbir zaman da bu kadar kötü değildi. Her gün dünya kadar zehirli pestisit tarım alanında kullanılıyor. Bu zehirli kimyasalların hiçbir denetimi yok. Ne kadar kullanılacağına, kullanıldıktan ne kadar sonra hasat yapılacağına dair hiçbir veri yok. Hiçbir pazardan, hiçbir tarladan numune alınmıyor. Tam bir denetimsizlik söz konusu. Bu ülkede kimyasalların kullanıldığını biz ne zaman öğreniyoruz? AB üyesi ülkelere gönderilen ürünler zehirli olduğu gerekçesiyle ülkeye iade edildiğinde. O zaman biz biliyoruz ki domateste zehirli kimyasallar varmış, portakalda ve fındıkta zehirli kimyasallar varmış. Bu ürünler Türkiye’ye iade edildiğinde imha ediliyor mu? Hayır. O halde iç piyasaya sürülüyor. Avrupa’nın kendi yurttaşına yedirmediği zehirli gıdaları biz her gün burada tonlarca tüketiyoruz. Sofralarımıza geliyor. Bu ülkede yılda 60 milyon ton yaş sebze üretiliyor. Bunun sadece yüzde 10’u yurt dışına ihraç ediliyor. Hesap ettiğimizde yaklaşık 54 bin tonun ülkede denetimsiz tüketildiğini görüyoruz. Bu neye yol açıyor? Kanser vakalarının artmasından tutalım da bebek düşüklerinin artmasına, sakat çocukların doğumuna kadar birçok sağlık sorununa yol açıyor. Bir üründe zehirli kimyasal kullandınız, hasadını yaptınız, onu tükettiniz. İş orada bitmiyor. Toprağı ve suyu da zehirliyorsunuz. Binlerce yıla yayılan tarımsal döngüyü, ekolojik döngüyü tahrip ediyorsunuz. Buna karşı Tarım Bakanlığı kafasını kuma gömmüş, yıllardır konuşulan denetim mekanizmasına dair hiçbir adım atmıyor, neredeyse işine geliyor. Sadece bu da değil. Gıda güvenliği konusunda birçok kanun teklifi verdik, Meclis’te onlarca defa bunu gündem yaptık. Bugün yoksullar pahalılık nedeniyle gıdaya ulaşamıyorlar. Zaten büyük bir gıda yoksunluğu var. Tutun ki paranız var o zaman da aslında siz kimyasal tüketiyorsunuz. Bunun sonucunda sağlığınız bozuluyor, bütün yaşamınız alt üst olabiliyor. 

Vergi affı artışlarıyla içki oranlarını artırıyorlar ama sahte içkiyle en büyük vergi kaçakçılığının önünü açıyorlar


Bir de sahte içki meselesi var. Günlerdir Türkiye konuşuyor. Son birkaç hafta içerisinde Ankara ve İstanbul’da 103 insan sahte içkiden hayatını yitirmiş. Bu bir savaş bilançosu. Kıyametin kopması gerekmez mi? Bakanlığın istifa etmesi gerekmez mi? Hayır. Neredeyse mesele şuna indirgenmiş durumda: İçki içmişlerse hakkediyorlar. Buraya indirgenmiş bir algıyla meselenin üstü örtülmek isteniyor. İnsanlar niye sahte içkiden ölüyor? Ya da bu ülkede nasıl sahte içki üretiliyor? Bu ülkede sahte içki üretmeye kim tevessül ediyor? Bu soruları sorması ve yanıt oluşturması gerekmez mi bakanlığın ve ilgili yetkililerin. Hayır, 103 insan ölmüş ve sanki bu hiç olmamış gibi yapılıyor. Bu kabul edilemez. Hızlı bir şekilde denetimler yapılmalıdır. Vergi affı artışlarıyla içki oranlarını artırıyorlar ama sahte içkiyle en büyük vergi kaçakçılığının önünü açıyorlar. Bir de bunun üzerine sadece ölümle değil dünya kadar kalıcı sağlık sorunu yaşayan bir toplum gerçeği var. Görme yetisinin kaybından uzuv kaybına kadar birçok sağlık sorunu ortaya çıkıyor. Buna dair de bakanlık hiçbir adım atmıyor, açıklama yapıyor. 

Ülkede adalet yok ama Adalet Akademisi üzerinden bir algı oluşturmaya çalışıyorlar


Bu hafta yine uluslararası sözleşmeler var Meclis gündeminde. Bu uluslararası sözleşmelerden şerhimiz olanlara ret oyu vereceğiz. Yine Adalet Akademisinin kalan maddeleri gündeme getirilecek. Ülkede adalet yok ama Adalet Akademisi üzerinden bir algı oluşturulmaya çalışıyor. Hakkın hukukun yerle bir edildiği, adaletin çürütüldüğü, en temel hakların yok sayıldığı bir iklimde Meclis’te Adalet Akademisi üzerinden bir gündem oluşturan iktidara seslenmek istiyoruz: Mesele akademi değildir. O akademide nasıl yandaş savcı ve hukukçular yetiştirdiğinizi çok iyi biliyoruz. Siz yeni Akın Gürlekler yaratmak istiyorsunuz, tıpkı geçmişte Zekeriya Özlere destek verdiğiniz gibi. Her yere operasyon çekecek, size karşı söz söyleyenleri gözaltına alıp tutuklayacaksınız. Tam bir istibdat rejimini hukuk eliyle kalıcılaştırmak için adım atıyorsunuz. Bunu görüyoruz ama asla buna teslim olmayacağız. Gerçek bir adaletin ve hukuk sisteminin kurulması için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da elimizden gelen mücadeleyi yürütmeye devam edeceğiz. AKP’nin araçsallaştırdığı yargı ve hukuk sistemine karşı gerçek hukuksal düzeni ve yargıyı sağlamaya çalışacağız.

10 Şubat 2025