Temelli: Yaşanan faciaların nedeni kurumsal çürüme düzenidir

Grup Başkanvekilimiz Sezai Temelli, Meclis’te düzenlediği basın toplantısında gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu. Temelli, şunları söyledi:

Yaşanan faciaların nedeni kurumsal çürüme düzenidir

Torbalı’da yaşanan faciada 5 yurttaşımızı yitirdik, onlara Allah’tan rahmet diliyorum, ailelerine sabır ve başsağlığı diliyorum. 50’den fazla yurttaşımız da yaralandı, ağır yaralı olan yurttaşlarımız var. Hepsine acil şifalar diliyorum. Yaşadığımız bu facia münferit bir olay değil. Türkiye’nin her yerinde, her an bu tür facialar maalesef yaşanıyor. Denetimsizlik had safhada, kurumsal çürüme had safhada. O yüzden vatandaşlarımızın payına bu tür felaketler düşüyor. Kah tüp patlıyor, kah doğalgaz patlıyor, kah herhangi bir doğal afet büyük bir faciaya dönüşebiliyor. Yangınlarda da bunu aynen yaşıyoruz. Dolayısıyla ortaya çıkan herhangi bir facia ya da afet katlanılamaz boyutta büyük acılara neden oluyor. Bunun en temel nedeni bugünkü iktidarın ülkeyi getirmiş olduğu kurumsal çürüme düzenidir. Herhangi bir kamusal kurumda vatandaşın beklediği hizmetler üretilemediği için de halkımız maalesef bu acılara katlanmaya devam ediyor.

Kayseri’deki ırkçı saldırıya cüret edenleri şiddetle kınıyorum

Kayseri’de kabul edilemez bir vaka yaşandı. Bir çocuğa yönelik istismar söz konusu. Türkiye’nin her yerinde zaman zaman bu tür istismar, taciz olaylarını yaşıyoruz. Hakkari’de de yine böyle bir olay yaşandı. Hem de uzman çavuşlar eliyle yaşandı, vatandaş müdahale etti. Maalesef çocuklarımızı koruyamıyoruz. Çocuklarımızın bir sosyal koruma programı çerçevesinde muhakkak korunması gerektiğini defalarca belirtmemize rağmen çocuklarımız her ter türlü cinsel istismara açık. Bu konuda atılması gereken adımlar var. Çok önemli sosyal programların hayata geçirilmesi gerekirken, adeta her seferinde bu olayların üstü örtüldü, olayın failleri yeterince cezalandırılmadı. Olayın bir tarafı bu. Diğer tarafı en az bu olay kadar vahim. Olay sonrası mültecilere yönelik bir saldırı gerçekleşti. Kabul edilemez bir ırkçı saldırı yapıldı. Birçok işyeri ve ev yakıldı, araçlar tahrip edildi, insanların hayatına kastedildi. Tabii ki bir olay karşısında tepki verilebilir ama buradaki tepki kabul edilemez bir ırkçı kalkışmadır. Biz bunu tarihte çok defa yaşadık. Bir kez daha buna cüret edenleri kınıyorum. Bu olayın arkasında yatan anlayışın da aslında ırkçı ve faşist bir anlayış olduğunu çok iyi biliyoruz. Özellikle hem iktidar hem de muhalefet partileri uzun süredir mültecilere yönelik bir ırkçı söylem kullanmaktadır. Bunun sonucunda da toplumda bu tür infialler ortaya çıkmaktadır.

Mülteci sorununun çözümü Ortadoğu’ya barış gelmesiyle, Kürt meselesinin çözümüyle mümkündür

Bu ülkenin bir mülteci sorunu var ama bu sorun mültecilerden kaynaklanmıyor. Bu sorun, iktidarın Kürt sorununa ve dış politikaya yaklaşımından, Suriye’ye ve Irak’a yaklaşımından kaynaklanıyor. Bugün Suriye’de yaşanan olayların, Irak ve Ortadoğu’da yaşanan birçok vakanın arkasında Türkiye’nin bölgeyi istikrarsızlaştırıcı dış politikası olduğunu çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla mülteci sorunu mülteciler eliyle yaratılmış değildir, Türkiye devletinin uyguladığı politikalar sonucunda ortaya çıkmıştır. Mülteci sorunu çözülecekse de öncelikle Ortadoğu’ya barış gelmesiyle, Kürt meselesinin çözümüyle olur. Bunun farkında olarak mültecilerle barış içinde yaşamanın yollarını muhakkak geliştirmek zorundayız.

Nefret söylemleri ırkçı saldırılar olarak karşımıza çıkıyor

Bu ırkçı saldırılar bu ülkede çok uzun süredir devam ediyor. Hedeflerinden biri de tartışmasız Kürt halkı. Zaman zaman karşımıza çıkmasına rağmen bu olayların da üstü örtüldü. Ama bu olaylar hız kesmeden devam ediyor. Geçtiğimiz gün buna benzer bir olayı Muğla’da yaşadık. 20-25 kişilik bir grup Kürt işçilere saldırdı, işçileri linç ettiler. İşçilerin maruz kaldığı linç sözlerle tarif edilemeyecek kadar ciddi boyutta. Ölümden döndüler diyebiliriz. Tedavileri sürüyor. Fakat bu da ilk değildi, bu da bir münferit olay değildi. Dolayısıyla toplumda derinleşmiş ve artık yaygınlaşmış bu ayrımcılık ve nefret söylemi işte bu tür vakalarla karşımıza çıkıyor. Muğla’daki olaya benzer bir olayı daha önce yine Muğla’da yaşamıştık. İbrahim Çay isimli yurttaşın maruz kaldığı linç ve sonrasında götürüp Atatürk büstünü öptürmeleri ve buna bağlı yaşanan vakalar hafızalarımızda. Ve tabii ki Konya’da Dedeoğulları ailesine yönelik yaşanan ırkçı saldırılar sonrasında 7 aile mensubunun hayatını kaybetmesi. Bu vakaları daha çoğaltabiliriz ama şu bir gerçek ki toplumda ekilmiş olan bu nefret söylemi, bu ayrımcılık tohumları işte insanlara yönelik bu linç saldırılarıyla karşımıza çıkıyor. Tabii bunların arkasında şu gerçeklik de var. Hani tırnak içinde şu meşhur mala çökme hikayesi var ya, dolayısıyla bugün Kürtlerin sahip olduğu tarlaya, araziye ve varlığa çökmek uğruna bu tür vakaların kışkırtıldığını çok iyi biliyoruz. En son Muğla vakasında 12 muhtarın nasıl bu işleri tezgahladığı açık bir şekilde ortadadır.

Öğretmenlik mesleğinin temel sorunlarını çözmeden eğitim sorununu çözmek mümkün değil

Meclis'in bu hafta gündeminde sivil havacılık konusu var. Geçen hafta kripto yasası geçti. Bu hafta Genel Kurul’a sivil havacılıkla ilgili yasa önerisi gelecek. Gelecek hafta da Öğretmenlik Meslek Kanununa dair bir taslak var. Geride bıraktığımız haftalarda olduğu gibi bu haftada da halkın beklentilerine çare olacak bir çalışmanın Genel Kurulda gerçekleşmesi söz konusu değil. Gelecek hafta Genel Kurula gelmesini beklediğimiz kanun taslağının da öğretmen meselesine dair sorunları çözecek bir tarafı yok. Tam tersine öğretmenlik mesleğinin içinde bulunduğu sorunları daha da derinleştirmeye aday bir taslakla karşı karşıyayız. Taslağın en önemli meselesi Milli Eğitim Akademisi Kanun Teklifi olması. Bir akademi kurulması söz konusu. Peki, bu akademi neye hizmet edecek? Bu akademinin meslekteki liyakati yükseltmek amacıyla kurulduğu söyleniyor. Fakat dönüp baktığımızda her geçen gün itibarsızlaştırılan, özlük haklarına ilişkin çözümsüzlüğün devam ettiği, atanmayan öğretmenler sorununun büyüdüğü, eşit işe eşit ücret meselesinin bir türlü halledilemediği bir meslekle karşı karşıyayız. Zaten 18 milyon öğrencinin -ki 13-14 milyon aileden bahsediyoruz- ve 1 milyonu aşkın öğretmenin olduğu bir ülkede bu mesleğin temel sorunlarını çözmeden aslında eğitim sorununu çözmek mümkün değil. Bunu çok iyi biliyoruz. Fakat bu mesleğin temel sorunlarını çözme yöntemi de bu olamaz. Tam tersine piyasacı bir anlayışla öğretmenler arasında bir rekabeti teşvik etmekte ve bu rekabetin sonucunda da öğretmenleri mağdur etmek gibi bir projeyi karşımıza getirmektedir. Dört dönem sürecek kurs boyunca özlük haklarından mahrum kalacaklar. Genel Sağlık Sigortası kapsamında bu dört dönemi geçirecekler. Sonrasında üç yıl boyunca stajyer öğretmen olacaklar. O üç yılın sonunda öğretmen olup olamayacakları da meçhul. Bu kurs dönemi boyunca da alacakları ücret 14 bin lira gibi komik bir rakam. Yani öğretmen olmuş bir insanı kursa tabi tutacaksınız, 14 bin lira maaş vereceksiniz, sonra stajyer yapacaksınız, üç yıllık stajyerlikten sonra da akıbeti belirsiz bir yere doğru iteceksiniz. Daha vahimi iki müfettiş raporuyla mevcut öğretmenleri de yetersiz görüp bu kursa tabi tutabileceksiniz. Eğer başarılı görülmezlerse bu öğretmenler öğretmenlik mesleğini yapamayacak, kamuda başka bir hizmet alanında çalıştırılacaklar. Dolayısıyla mevcut öğretmenlerin beklentilerini karşılamaktan uzak olan bu tür kanun taslakları, mesleği çok daha içinde çıkılamaz bir yere sürüklemektedir. Eğitim Sen’in bu konuda çalışmaları vardır. Eğitim bilimi emekçileri bu konuda yaptıkları kapsamlı çalışmalarıyla defalarca Milli Eğitim Bakanıyla görüşmüş ama maalesef Milli Eğitim Bakanı bu tür görüşmelerden rahatsız olmuş olacak ki “Daha ne kadar görüşeceğiz?” diye bir laf ediyor.

Hayat pahalılığı almış başını gidiyor ama Şimşek hayal satmaya devam ediyor

Evet, görüşmeniz lazım, öğretmenlerle ve emek-meslek örgütleriyle, sendikalarla görüşmeniz lazım. Toplumu dinlemeniz lazım. Yoksa kendi kafanıza göre giderseniz, diğer sorunlar gibi bu meseleyi de içinden çıkılmaz bir yere sürüklersiniz. En önemli konulardan biri de kuşkusuz bugün 1 Temmuz. İstanbul Ticaret Odası enflasyon rakamını açıkladı, beklentilerin üzerinde bir enflasyon çıktı. Tabii ki TÜİK beklentilerin altında bir açıklamayı çarşamba günü yapacaktır. Ama hem İTO’nun açıklaması hem de ENAG’ın açıklamaları gerçek enflasyona çok daha yakındır. Hayat pahalılığı almış başını gidiyor ama Sayın Şimşek hayal satmaya devam ediyor. Bir vergi tasarısı hazırlamakla meşgul. Bu vergi tasarısı uzun süredir hazırlanıyor ama bir türlü karşımıza çıkmadı. Anlaşılan o ki tasarruf paketinde olduğu gibi bu konuda da henüz sermayeyi yeterince ikna edememiş. Bugün sektör temsilcileriyle bir araya gelerek onları ikna etmeye çalışacaktı. Hep beraber yapacakları vergi paketi yine emekçinin ve halkın sırtına yeni yükler getirecek bir vergi paketinden başka bir şey olmayacaktır. Dolayısıyla biz dönüp Şimşek’e baktığımızda, onun ailesinin ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Dolayısıyla bu vergi paketi denilen meselenin de sağlıklı bir sistem olma olasılığı yok. Türkiye’deki vergi sistemi çarpık bir sistemdir.

Sistemi değiştirmeden paketler ve palyatif çözümlerle vergide adaleti sağlamanız mümkün değil

Her şeyden önce dolaylı vergiler yapılandırılmıştır. Bu yapıyı ve sistemi değiştirmeden böyle paketler ve palyatif çözümlerle vergide adaleti sağlamanız mümkün değil. Vergi gelirlerini sağlıklı bir şekilde artırıp bütçe açıklarını kapatmanız söz konusu değil. Ne yapılması gerekiyor? Türkiye’de vergi sistemini sağlıklı bir kulvara oturtmak gerekiyor ama bu iktidardan bunu beklemek ham hayal olur. Bu iktidar sermayenin iktidarıdır, sermaye de vergiden kaçandır, vergiyi yansıtandır. Yani emekçinin ve toplumun üzerine vergiyi yansıtandır. Biz bunu Kurumlar Vergisi örneğinden de çok iyi biliyoruz. Enflasyondaki artış bu kadar acımasız sürerken, bugün her türlü konu konuşulmasına rağmen asgari ücret konusu yine farklı bir şekilde ele alındı. Oysa bugün acil olarak asgari ücrete zam konusunu konuşmamız lazım. Bugün Türk-İş rakamları açıkladı. Türk-İş’e göre yoksulluk sınırı 62 bin liraya ulaşmış durumda, açlık sınırı 20 bin lirayı geçmiş durumda. Fakat asgari ücret 17 bin lira. Bakan asgari ücretin yüksek olduğunu söyledi. Bu artık asgari ücretlilerle ve emeklilerle alay etmek dışında bir şey değil.

"Asgari ücret yüksek" diyorsanız bu ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı olamazsınız

Bugün 17 bin lirayı yüksek olarak gören bu zihniyetin acilen istifa etmesi gerektiğini dile getiriyoruz. Çünkü çalışanların yüzde 60’ı asgari ücret alıyor. Çalışanların yüzde 60’ının asgari ücretle yaşadığı, 20 bin liranın açlık, 62 bin liranın yoksulluk sınırı olduğu bir ülkede "asgari ücret yüksek" diyorsanız, siz bu ülkenin Hazine ve Maliye Bakanı olamazsınız. Siz olsanız olsanız Uzak Doğu’da emek sömürüsünün yoğun yapıldığı ülkelerde Hazine ve Maliye Bakanı olursunuz. Orada asgari ücretin ne düzeyde olduğunu çok iyi biliyoruz. Geçmişte IMF bu ülkeye geldiğinde tavsiyesi bu yönde olurdu. Çin’de asgari ücret ne kadarsa, sizde de o olsun derlerdi. Herhalde siz de Çin’e baktınız. Çin’deki asgari ücrete göre Türkiye’deki asgari ücreti yüksek görmüş olmalısınız ki bu lafı edebiliyorsunuz. Burada da kalmıyor mesele. Sadece asgari ücret meselesi de değil. Kiralarda yüzde 25 sınırlaması kalkıyor. Kiralarda yüzde 25 sınırlamasının kalkmasıyla beraber kira artış oranı yüzde 65 olacak. Şimdi düşünün 10 bin lira kira veriyorsunuz. Asgari ücretlisiniz ve ev sahibiniz geldi dedi ki yüzde 65 zam yap. Vereceğiniz kira 16 500 Lira olacak. 17 bin lira maaş alacaksınız 16 500 lira kira vereceksiniz. Eğer bir de asgari ücretli iseniz elinizde 500 Lira kaldı demektir. Bakan da çıkıyor diyor ki asgari ücret yüksek. Kira artış oranındaki yüzde 25 sınır da kaldırılmış oluyor.

Sorunların en temel nedenlerinden biri yoksulluk

Türkiye’de o kadar ciddi sorunlar var ki ama bu sorunların en temel nedenlerinden biri kuşkusuz yoksulluk. Yoksulluk sorununu çözmeniz için her şeyden önce gelir dağılımını düzeltmeniz gerekiyor. Gelir dağılımının bu kadar bozuk olduğu, servet dağılımında bu kadar uçurumlar olan bir yerde siz kalkıp diyorsunuz ki başardık. Neyi başardınız? Gri Listeden çıkmayı. Gri Listeden çıkmayı başarı olarak görmek aslında bu çarpık ekonomik gidişatın itirafından başka bir şey değildir. Sizi neden Gri Listeden çıkardılar biliyor musunuz? Aslında terörün finansmanı, kara paranın aklanması nedeninde bir iyileştirme gerçekleştirdiğiniz için değil. Bu ülkede yolsuzlukların, kara paranın kara ekonominin bir çark oluşturduğunu çok iyi biliyoruz. Şu anda dünyadaki en şaibeli ülkeler sıralamasında 178 ülke arasında 14’üncü sırada Türkiye. Dolayısıyla ekonomide bu anlamda şeffaflığı getirdiğiniz için; kara ekonomiyle, kayıt dışı ekonomiyle ya da bu tür IŞİD’in paralarını aklama meselelerine çözüm getirdiğiniz için sizi listeden çıkarmadılar.

Bu gidişata son vermenin yolu sermaye iktidarından kurtulmaktır

Sizi çıkarmalarının nedeni Carry Trade’dir. Yani sıcak para girişinin kolaylaşmasıdır. Çünkü şu anda dünyada sıcak paraya en yüksek faiz veren ülkelerden biri Türkiye. Türkiye bu yolla aslında geleceğini ipotek altına almaktadır. Kur korumalı mevduatın yeni bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Bu, gelir dağılımını daha da bozacaktır, servet dağılımını daha da işin içinden çıkılmaz bir yere sürükleyecektir. Türkiye'deki gelir dağılımına dair çarpıcı bir rakam vereyim. Türkiye’nin en düşük yüzde 20’lik kesiminin milli gelirden aldığı payı kişi başına böldüğünüz zaman 262 dolar düşüyor. En yüksek yüzde 20’nin milli gelirden aldığı payı kişi başına böldüğünüz zaman ise 26 bin 200 dolar düşüyor. Aradaki fark 100 kattır. Bu sadece yüzde 20’lik dilimlerle bahsettiğimiz bir uçurumdur. Bunu ilk yüzde 5 ile son yüzde 5 karşılaştırması haline getirdiğimizde bu fark 200 kata kadar çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’de böyle bir uçurum söz konusudur. Sermaye girişine olanak sağlayıp o sermayeyi nemalandırmak gelir dağılımını daha da bozacaktır, bu uçurumu daha da derinleştirecektir. Bu gidişata son vermenin yolu sermaye iktidarından kurtulmaktır. Emekçilerin, emeklilerin, mağdurların, kadınların ve yoksulların haklarının karşılandığı, insanca yaşanabilecek bir ücretin var olduğu bir düzenin kurulabilmesi adına kamu kaynaklarının hakça ve adaletçe paylaşılacağı bir düzenin bir an önce hayata geçmesi ancak bu sorunların çözümüne katkı sağlayabilir.

1 Temmuz 2024